22 Eylül 2015 Salı

PKK, AKP Sayesinde Sattığı Petrolden Ayda 10 Milyon Dolar Kazanıyor, Peki AKP'liler Komisyon da Alıyor mu?

Barzani yanlısı internet sitesi Rudaw.net'te yayınlanan haber
Barzanici internet sitesi Rudaw'ın haberine göre, PYD kontrolündeki Kamışlı'da çıkarılan petrol Ceyhan üzerinden dünya piyasalarına satılıyor...

Ticaret zinciri şu şekilde kurulmuş: Önce petrol Kamışlı'dan Musul'un Barzani kontrolündeki bir bölgesine gönderiliyor. Oradan da Türkiye'deki Ceyhan limanına aktarılan petrol buradan tankerlerle dünya piyasasına açılıyor.

PYD'nin, yani Suriye'deki PKK'nın bu petrol ticaretinden elde ettiği gelir ise aylık 10 milyon dolar!

Tabii, PKK'nın Ceyhan Limanı sayesinde kazandığı bu 10 milyon dolar ülkemize kalaşnikof ve bomba olarak geri dönüyor.

Ve bu ticarete Barzani'yle yaptığı anlaşmalar nedeniyle izin veren AKP yönetimi ise mitinglerde "şehit istismarı" yapıyor...

AKP yöneticilerinin Kuzey Irak'taki Barzani yönetiminin Ceyhan Limanı üzerinden yaptığı petrol satışından "komisyon" aldığı iddiaları dış basına da yansımıştı. Acaba AKP'liler PKK'nın bu petrol ticaretinden de komisyon alıyor mu?

Yüzlerce kez söyledik, bıkmadan usanmadan söylemeye devam edeceğiz... Ta ki Tayyip devrilene kadar. AKP iktidarı ve Tayyip Türkiye'nin başına gelmiş ve gelebilecek en büyük beladır. Ülkemize verdikleri zararı onarmak bile belki nesiller boyu sürecek...

Çözüm Süreci diye diye güçlenmesine göz yumdukları PKK'yla şimdi 3-5 oy uğruna mücadele ediyor görünümü veren AKP'nin PKK'ya ayda 10 milyon dolar kazandırması bu çelişkiyi daha da vahim bir hale sokuyor. Üstüne bir de "komisyon" aldıkları iddiasını koyun...


Bu AKP elbet bir gün devrilecek. Ama devrildikten sonra mahkemelerde verecekleri hesap o kadar birikti ki... O davalar da nesiller boyu sürebilir... 

21 Eylül 2015 Pazartesi

ABD'ye Komünizm Geldi: Teksas'ta Elektrik Bedava

İlginç bir kapitalizm hikâyesi anlatacağım.

Dün gece Teksas'ta ilginç bir olay yaşanmış ve elektrik fiyatı sıfıra kadar düşmüş... Hatta 4 saatlik bir süre için elektrik fiyatı -8.52 dolara inmiş. Yani Teksas'ta elektrik kullananlara elektrik şirketi (özel sektör tabii) ödeme yapmış... Mesela gece yatmadan önce klimasını açık bırakan Teksaslılar, tasarruf olsun diye kapatıp yatanlardan daha az fatura ödeyecek!

(Değerler megawatt saat. Türkiye'de elektrik fiyatı 100-120 dolar arası değişiyor)

Şimdi kapitalizmin serbest piyasa felsefesini düşününce, hele hele ülke ABD olunca pek mantıklı gelmiyor değil mi? Yani hiçbir üretici malını bedavaya satmaz. Hatta eksi fiyata hiç satmaz. Yani teorik olarak hiçbir üretici malını alması için müşterilerine para ödemez!

Peki nasıl olmuş. Haberin bağlantısı aşağıda da var. Ama metin İngilizce, hikayeyi kısaca özetleyeyim...

Olay aslında bir liberalizm değil devletçilik hikayesidir. Sonunda anlayacaksınız. :)

1. Teksas'ın eyalet olarak kendi elektrik üretim ve dağıtım şebekesi var. Elektrik fiyatlarında tam bir serbest piyasa söz konusu ve beş dakikada bir güncelleniyor. ABD'nin diğer bölgelerinde ise 10-15 eyaletten oluşan büyük dağıtım ağları mevcut.

2. Teksas, rüzgar enerjisi açısından ABD'nin bir numaralı eyaleti, elektrik üretiminin %9'unu rüzgar türbinlerinden elde ediyor. Rüzgarların sert estiği saatlerde bu türbinlerden elde edilen elektrik toplam üretimin %50'sine kadar ulaşabiliyor.

3. Rüzgar türbinleri, malum, pratikte sıfır işletme maliyetine sahip. Yani, türbinin sadece yatırım maliyeti var, türbini yapıyorsunuz, sonra sadece bakım ve onarım için para harcıyorsunuz, kendi kendine çalışıyor. Ne yakıt ne de işgücüne ihtiyaç var. Bir türbinden ne kadar elektrik elde edeceğiniz de tamamen rüzgârın hızına bağlı. Bu yüzden, rüzgârın sert estiği anlarda, bu türbinlerden elde edilen elektrikte ciddi fiyat düşüklükleri yaşanabiliyor. (Rüzgar türbinleri ne kadar ucuz ve ne kadar çevreci bambaşka tartışma, ona hiç girmiyorum.)

Peki dün gece ne olmuş da elektrik fiyatları sıfıra inmiş?

Malum, gece elektrik talebi azaldığı için, yani çoğunluk uyuduğu için elektrik fiyatı zaten düşüyor. Ancak dün gece, Teksas'ta bir şey daha yaşanmış ve son bir yılın en sert rüzgârları esmeye başlamış. Bu yüzden elektrik fiyatları hızla düşmüş. Sıfıra yaklaşmış, hatta gece 1'den sonra tam sıfıra inmiş.

Ancak hikâyenin ilginç tarafı, elektrik fiyatı sıfıra indikten sonra rüzgârlar daha da sert esmeye başlamış, rüzgar türbininden elektrik üreten şirket ürettiği elektriği depolayamayacağı ve başka eyalete satamayacağı için elinden çıkarmak için eksi fiyata satışa sunmaya başlamış. Ve böylece elektrik fiyatı sabah 6'ya kadar -8 (eksi 8) dolara kadar inmiş.

Mantıksız değil mi? O fazladan üretilen elektriği satmasın, ziyan olsun, niye millete eksi 8 dolara satmışlar ki diyebilirsiniz...

Elbette “tutumluluk”tan değil. Mevzu başka…

Çılgın liberalizmin şampiyonu, daha doğrusu ülkemizdeki Amerikancılar ve liberaller sağ olsun, herkesin öyle sandığı ABD'de, bir de devlet teşviği var. Ve Teksas'ta rüzgar türbinlerinden elektrik üreten şirketlere ABD devleti megawatt-saat başına 23 dolar teşvik veriyormuş!

Yani Teksaslılar dün gece uyurkan, çalışan klima sayesinde megawatt-saatine 8 dolar kazandınız. (Kabaca hesaplarsak klima başına saatte 1 cent!) Ama o şirket de 23 dolar teşvik alarak aslında 15 dolar kazandı (Tabii burada tüketici kazandı mı, ayrı bir soru. Sonuçta o şirketlere verilen teşvikler de tüketiciden alınan vergilerle ödeniyor.

Ne diyelim... Türkiye'deki özelleştirme şampiyonları, şu liberalizmin kabesi saydıkları ABD'de bile devletin ekonomide önemli bir paya sahip olduğunu bir bilse...

Aslında bilmez olurlar mı, biliyorlar. Ama ülkemizde özelleştirme peşkeş çekme ve devlet kaynaklarını yağmalamak olduğu için, bizde işler farklı yürüyor. 13 yıldır da Tayyip başta AKP'liler cebini doldurmaya bakıyor.

Sonuç? Bütün dünyada petrol fiyatları düşerken, bizde benzin fiyatı hâlâ artıyor. Dünyanın en pahalı benzinine ve en zengin Cumhurbaşkanına sahibiz. Sanırım neden-sonuç ilişkisi ortadadır!

(Not: Haberin orijinalinin bağlantısı: http://www.businessinsider.com/the-impossible-just-happened-in-texas-2015-9)

Yunanistan'daki Seçimler Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

Yunanistan'daki seçimde 3 Türk aday da meclise girmiş (Rodop'ta Mustafa Mustafa ve İlhan Ahmet, İskeçe'de Hüseyin Zeybek). Tebrikler... Yunanistan'daki Türklerin haklarını savunsunlar...

SYRIZA?

Açıkçası Yunanistan'da sol kazanmış, sağ kazanmış benim için önemli değil. Çünkü Yunanistan Batı'nın şımarık çocuğudur. AB'ye üye olduklarından, özellikle Euro bölgesine geçildiğinden beri tek yaptıkları AB fonlarıyla bedavadan geçinmek.

Ayrıca Batı ülkelerinde, yani emperyalist merkezlerde solun kazanması beni sevindirmiyor. Yaptıkları şey yine emperyalizm. Türkiye işgal edildiğinde de İngiltere'de sosyalist İşçi Partisi iktidardaydı. Fransa'da da sömürgeleri Cezayir'deki ulusal kurtuluş savaşına sosyalistler de komünistler de karşı çıkmıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama, Venezuela'dır, Bolivya'dır, ezilen bir ülkede sol iktidara geldiğinde seviniyorum. Chavez gibi örneklerde gördük, ezilen milletlerin sol iktidarları emperyalizm karşıtı konumlanışlarıyla sadece kendi ülkelerine değil dünyanın bütün ezilenlerine de hizmet etmiş oluyorlar.

SYRIZA da Yunan şovenizminden kopmuş bir parti değil. Bunu kısa iktidar dönemlerinde de gösterdiler. Çipras başbakan olunca ilk ziyaretini Kıbrıs'a yaptı ve Enosis mesajları verdi. Yunan faşistlerinin partisi Türk düşmanı ANEL ile koalisyon kurmayı tercih etti ve Milli Savunma Bakanlığını onlara verdi. SYRIZA'lı maliye bakanının Yunanistan'daki ekonomik kriz ile ilgili AB'ye şu söyledikleri de çok önemli: “Bizi desteklemezseniz Türkler Ege’yi alır. AB bir deniz kaybeder.”

Sonuç olarak, Yunan siyasetinde sol da sağ da Türk düşmanıdır. Bu da gayet doğal, çünkü o ülkenin kuruluş (emperyalizm tarafından yaratılış mı demeli) felsefesi budur. Bu yüzden Türkiye'de işi gücü PKK kuyrukçuluğu yapmak olan Türk düşmanı Ertuğrul Kürkçü gibi HDP'lilerin SYRIZA'yı desteklemelerini anlıyorum da, Atatürkçü ya da CHP'li olup vatanseverliğinden zerre şüphe duymayacağım kimi insanların SYRIZA'nın seçim kazanmasını CHP kazanmış gibi sevinerek karşılamasını doğru bulmuyorum.

Enternasyonalizm, solun gözüne vurulmuş bir perdedir. Gerçekleri görmesini engeller. Ve maalesef bu enternasyonalizm virüsünden en az emperyalist merkezlerin solcuları etkilenmiş, en çok zarar gören ise Türkiye gibi ezilen ülke solcuları olmuş. Bence sadece bu durum bile, enternasyonalizmin gerçek amacını ortaya koyuyor... Fransa'daki solcu iş Cezayir'i sömürmek olunca Fransız olacak, ama Türkiye'deki solcuya "enternasyonalizm" dersi verecek... Yok öyle yağma... Sol da önce kendi milletinin çıkarlarını savunabilir ve savunmalı...

(Not: Yunanistan da emperyalist mi diye sorulabilir. Elbette İngiltere ile Yunanistan bir değil. Aynen Ermenistan ile ABD'nin bir olmadığı gibi... Ne demek istediğimi merak eden Yunanistan'ın 1820 sınırlarıyla günümüz sınırlarını bir karşılaştırsın. İngiltere başta olmak üzere emperyalistlerin destekleriyle bu genişlemeyi nasıl gerçekleştirdiğini bir hatırlasın ve hep hangi ülke ve milletin aleyhine b
üyüdüğünün farkına varsın. Bahsettiğim Yunan genişlemesinin bir haritası İngilizce Vikipedi'de bile var. Adamlar kendileri bile kabul ediyor! Resmi özetleyeyim... Yunanistan'ın Türklerden ele geçirdiği topraklar 1820’lerde Mora, 1880’de Teselya, 1913’te Makedonya, Girit ve Batı Trakya, 1947’de ise 12 Adalar. Hedefleyip alamadıkları Türk toprakları ise Ege (İyonya diyorlar) ve Doğu Trakya. İngilizce harita ise şu adreste: https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/6/6c/Greekhistory.GIF)

20 Eylül 2015 Pazar

Gültekin Avcı Seçim Öncesi Susturulmak İstendi

Bugün gazetesi yazarı ve eski savcı Gültekin Avcı, yazdığı 7 tane köşe yazısı yüzünden "Darbe" ve "Terör örgütü kurmak ve yönetmek" suçlamalarıyla tutuklandı.
Geçmiş olsun.
Tayyip faşizmi bizi yine şaşırtmadı. Hem hukukun hem de basın özgürlüğünün ayaklar altına alındığı bir tutuklama daha...
Neden mi?
1. Selam-Tevhid, Emniyet ve Yargıtay gibi devlet kuruluşları tarafından da "terör örgütü" olarak tanımlanmış karanlık bir yapılanma. İran gizli servisiyle bağlantısı olduğu düşünülüyor. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı gibi pek çok Atatürkçü aydının öldürülmesinden sorumlu. Ve bu örgüt nedense (aslında nedenini biliyoruz) Tayyip iktidarı tarafından korunuyor. Selam-Tevhid hakkında soruşturma yürüten ve operasyon düzenleyen bütün polisler şu an tutuklu. Yaptığı tek şey bu polislerin tutuklanmasını eleştiren ve Selam-Tevhid örgütü hakkında bilgi veren köşe yazıları yazmak olan Gültekin Avcı da bugün tutuklandı.
2. Gültekin Avcı'nın tutuklanmasına karar veren 2. Sulh Ceza Hakimi, aynı zamanda kendisini eleştiren yazıları nedeniyle Gültekin Avcı hakkında şikayette bulunan birisi. Yani aralarında bir "husumet" söz konusu. Ancak bugün "reddi hakim" talepleri işleme konmadı.
3. "Terör örgütü kurmak ve yönetmek" suçlamasının tek delili Gültekin Avcı'nın köşe yazıları... Bir gazetecinin yazı yazarak terör örgütü kurup yönettiğini düşünmek, darbecilik yaptığını söylemek, malum, 2002'den beri AKP'nin sıklıkla başvurduğu bir yöntem. Bu şekilde AKP'ye emir kulu olmayan bütün gazeteciler susturulmak isteniyor. Bir zamanlar Ergenekon tertipleriyle bunu yapıyorlardı. Şimdi de 17 Aralık, Selam-Tevhid vs. ile... Yani AKP'nin faşist uygulamaları aynen devam ediyor. Faşizm faşizmdir. Bize uygulandığında karşı çıkıp başkasına uygulandığında sevinecek değiliz.
4. Gültekin Avcı'nın karşı çıktığım görüşleri yok mu? Var. Ancak bu beni ilgilendirmiyor. Basın özgürlüğü "benim gibi düşünen basına özgürlük" değil "basın"a özgürlüktür. "Oh olsun"cu değiliz, olmamalıyız. Nitekim Gültekin Avcı da Başyazarımız Gökçe Fırat tutuklandığında en çok tepki gösteren isimlerden biri olmuştu. Ve "Gökçe Fırat ile aynı düşünmüyorum ama tutuklanmasına karşı çıkıyorum" demesini bilmişti. Gültekin Avcı o dönem onurlu bir tavır almıştı. Kendisine bu vesileyle tekrar teşekkür ediyorum. Ama o zaman bu tavrı almış olmasaydı dahi, bugün onun tutuklanmasına elbette karşı çıkardım.
5. Gültekin Avcı'nın hedefe alınmasının bir boyutu daha var. Son dönemde, Gültekin Avcı, Tayyip'i en "zayıf noktası"ndan vuruyordu: Açılım sürecinde PKK terör örgütünün ne kadar güçlendiği anlatıyor ve son dönemdeki saldırıların sorumlusunun Açılım Süreci ve o sürecin mimarı Tayyip olduğunu söylüyordu. Bence, Gültekin Avcı'nın tam da bugünlerde tutuklanmasının asıl nedeni budur. Tayyip, 1 Kasım öncesi uygulamaya koyduğu "kaos planı"nı deşifre edenleri susturmak istiyor. Nokta dergisinin "şehit cenazesi önünde selfie çeken Tayyip" kapağına büyük tepki göstermesinin nedeni de buydu.
6. Tayyip'in seçimler yaklaşırken gözünü karartması, sonunu yaklaştığının müjdesidir. Seçimi kazanamazsa zaten Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Yüce Divan dahil yargılanmayacağı mahkeme kalmayacak. Hukuksuzluğun ve baskının artması kaybedecek bir şeyi olmadığını görmesindendir. Kazanırsa? Kazansa bile, bu millet Tayyip'e teslim olmayacağını Gezi eylemlerinden beri gösteriyor. Bu diktatörlüğün sonu geldi, emin olun.
Gültekin Avcı'ya tekrar geçmiş olsun diyorum. 2 Kasım sabahı Gültekin Avcı gibi haksız bir şekilde tutuklu bulunanların hapisten, tüm Türkiye’nin de Tayyip'ten kurtuluş günü olmasını diliyorum.

12 Eylül 2015 Cumartesi

12 Eylül’de Hapishanede Gardiyanlarla Ping Pong Oynayan Perinçek

12 Eylül öncesi Perinçek’in sol düşmanlığı

12 Eylül'den hemen önce Perinçek'in en büyük düşmanı diğer sol gruplardı.

Çok fazla bilinmez ama o dönemi kısaca bir hatırlatayım:

1. Perinçek Kasım 1979'da kurulan Demirel başbakanlığındaki AP azınlık hükümetini "anarşiye karşı" destekledi.

2. 1979 başlarında ilan edilen Sıkıyönetim’in en büyük destekçisi Perinçek’ti.

3. İzmir'deki TARİŞ direnişine karşı çıktı. Aydınlık'ta günlerce direniş aleyhinde yayın yaptılar, hatta İzmir'deki örgütlerini direnişi baltalamak için kullandılar!

4. Fatsa olaylarında, bütün sol Evren komutasındaki Sıkıyönetim güçlerinin müdahalesini eleştirirken, Perinçek Fatsa'daki solcu belediye başkanı aleyhinde yayınlar yapıyor, "Fatsa'da anarşiye son verildi" başlıklarıyla çıkıyordu.

5. Aydınlık'ın ihbarcılığı ünlüdür. Daha önce bunun onlarca örneğini vermiştim. Aydınlık gazetesi 1978-80 arası sol grupların sadece üye ve lider kadrolarını değil, sempatizanlarını bile isim isim, krokilerle adreslerini göstererek afişe ediyor, hedef gösteriyordu. Bunlar arasında lise öğrencileri, gariban bakkallar, kahvehaneler bile vardı...

12 Eylül’ün iki ay dokunmadığı Perinçek

Perinçek'in 12 Eyül öncesinde izlediği bu çizginin kaçınılmaz sonucu 12 Eylül gerçekleştiğinde "anarşiye karşı" savunmaktı. Nitekim öyle yaptılar. Darbe, hemen 12 Eylül'de Demirel-Ecevit dahil bütün siyasileri göz altına alır, bütün sol gruplar sempatizanlarına kadar operasyonu uğrarken bir tek Perinçek'e dokunulmadı. Perinçek 2 ay, Kasım 1980'e kadar rahat rahat evinde yaşadı!!!

Perinçek’in 12 Eylül yanlısı dergisi: Ufuklar

Perinçek, Kasım 1980'de tutuklandı, ama 12 Eylül'e direnmek gibi bir yönelime yine girmedi. Hatta Aralık 1980'de Ufuklar isminde bir dergi çıkarıp 12 Eylül'ü savunan yayınlar yaptılar. Şu paragraf o derginin ilk sayısındandır:

“12 Eylül’den sonra yaşadığımız olaylar, yapılan operasyonların sonucu, (...) kargaşalığı artırmak, halkı birbirine düşürmek ve bunun üzerine inşa edilecek bir darbe ile (...) ve Sovyet tanklarının yardımıyla iktidara gelme planları yapanlar suçüstü yakalanmışlardır.” (Ufuklar, 22 Aralık 1980, sayı 1)

Daha ilk sayıdan 12 Eylül'ü "katilleri yakaladığı, anarşiye son verdiği" için destekleyen Ufuklar, 11. sayısında da (Mart 1981) Evren'i kapak yapmış ve şu sözlerini manşete çıkarmıştır: "Özgür ve Demokratik Avrupa'nın Ayrılmaz Bir Parçasıyız".

Sadece Kenan Evren değil, cuntanın diğer önemli isimleri de Ufuklar'da kapak yapılıp onore ediliyordu: Mesela dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Sedat Güneral ve NATO da o dönem kapağa çıkarılıp övülüyordu...

Hapishanede gardiyanlarla ping pong oynayan Perinçek


Ufuklar'da yaptığı cunta yağcılığının ödülünü kısa sürede aldı Perinçek. Önce Mamak işkencehanesinden çıkarıldı, Dil Okulu'na sevk edildi. Dil Okulu, Türkeş, Ecevit gibi siyasi partilerinin yattığı nispeten "daha rahat" bir hapishaneydi. O kadar ki o dönem Perinçek ile birlikte Dil Okulu'nda yatan Oral Çalışlar hapishane günlerini şöyle anlatacaktır:

“Mehmet Badur, idareye başvurarak bir ping pong masası alabileceğini söyledi. Tutukevi Amiri Binbaşı öneriyi kabul etti. Oldukça güzel sayılabilecek bir masa ve dört raket Badur’un kardeşlerince birkaç gün sonra getirildi. Ping pong masasının alınması en çok TİKP’lileri sevindirdi. Onlar, spor yapmaya ilgi duyuyorlardı ve yaşlarının daha genç olması, oynama eğilimlerini artırıyordu. Bülent Ecevit, hastaneden dönünce,  Doğu Perinçek, MHP’lilerden Yaşar Okuyan, Sadi Somuncuoğlu, zaman zaman Necati Gültekin, Mehmet Badur, TİKP’li Çalışlar, Çamkıran ve Bedri Gültekin tutukevinin ping pongçularıydılar. Bülent Ecevit, akşamları idareden izin alarak yukarıya çıkıyor ve ping pong turnu- valarına katılıyordu. Coca Cola’sına, meyve suyuna çiftler halinde maçlar yapılıyordu. En oyuna yatkın olmayan Yaşar Okuyan’dı. Ecevit yaşına göre fena değilse de, daha önce pek oynamadığı belliydi. TİKP’lilerin tümü, Somuncuoğlu, Badur ve Bayram Başçavuş iyi sayılırlardı.” (Oral Çalışlar, Liderler Hapishanesi, Kaynak Yayınları, 1986, s. 116-117)

Senenin 1982 olduğunun altını çizmeliyim. Bütün sol 12 hapishanelerinde işkence altında inim inim inlerken Perinçek gardiyanlarla güle oynaya ping pong turnuvaları düzenlemekte, Türkeş başta MHP’lilerle gayet iyi geçinmektedir...

Çalışlar’ın Dil Okulu’ndaki günlerini anlatan kitabını Perinçek’in Kaynak Yayınları’nın bastığını da hatırlatalım. Yani, Perinçek bu durumdan rahatsız ya da pişman değildir.

Tutukevi amiri binbaşıdan doğum gününde çiçek alan Perinçek

Dil Okulu’ndaki askeri idarenin Perinçek ve diğer tutuklulara nasıl iyi davrandığını da anlatır Çalışlar:

“1982 Nisan ayının son günlerinde tutukevi amiri değişti. Yüzbaşı Yılmaz Ergenekon’un yerine Tank Binbaşı Ataser atandı. Yeni yönetici daha faal ve tutuklularla yakın ilişki kurmaya önem veriyor. Geldiğinin ertesi günü bütün tutukluları salona topladı. Topu topu 14 kişi, içlerinde Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Necati Gültekin, Yaşar Okuyan, Sadi Somuncuoğlu, Oral Çalışlar’ın da bulunduğu grup binbaşıyı bekliyorlar. Binbaşı Ataser ömrünün belki de en ilginç anılarından birini yaşadığı için heyecanlı. Tutukluların isteklerini soruyor. Havalandırma ve görüşün uzatılması talebini kabul ediyor. Yeni yöneticinin gelişiyle birlikte tutuklular daha rahat hareket etmeye başladılar.”  (s. 141)

Ancak Çalışlar’ın anılarındaki bir kısım var ki, sonradan rahatsız olup kitaptan çıkarmışlar. Kitap daha önce Milliyet’te yazı dizisi olarak çıkmıştı. Daha sonra sansürlenip kitaplaştırılan metinde yer almayan bölüm şudur:

“Yeni tutukevi amiri, bütün tutuklularla tek tek ilgilenir, ailelerle görüşür, doğum gününü bildiklerine çiçek getirdiği bile olurdu.”

Acaba Perinçek de çiçek almış mıdır tutukevi amiri binbaşıdan? Perinçek’in doğum günü 17 Haziran. Binbaşı Nisan ayında göreve geldiğine göre gayet mümkün!

Perinçek 1982’de 10 aylığına niye serbest bırakıldı?
Bu 10 ay boyunca niye hiçbir faaliyette bulunmadı?

Perinçek “12 Eylül’de 4 yıl tutuklu kaldım” diye anlatır ama bu 4 yıllık sürenin yaklaşık 10 aylık bir bölümünde serbest bırakıldığından hiç bahsetmez. Şaşırtıcı değil mi? Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 4 Mayıs 1983 tarihinde verdiği “TİKP Davası Gerekçeli Hüküm”de Doğu Perinçek’in tutukluluk halleri şu şekilde anlatılıyor:

“Tutuklama Tarihi: 17 Kasım 1980
Tahliye Tarihi: 12 Temmuz 1982
Yeniden Tutuklama: 4 Mayıs 1983”


Gerçekten de 13 Temmuz 1982 tarihli gazeteler bir bakın, Perinçek’in tahliye haberlerini göreceksiniz. Mesela Milliyet şöyle bir haber yapmış:

13 Temmuz 1982 tarihli Milliyet
“TİKP davasında tutuklu sanık kalmadı - Ankara Sıkıyönetim 2 Numaralı Mahkemesi dünkü duruşmada Doğu Perinçek, Oral Çalışlar ve Bedri Gültekin’i serbest bıraktı.” (Milliyet, 13 Temmuz 1982)

12 Temmuz 1982’den 4 Mayıs 1983’e kadar, yani 10 ay boyunca Perinçek hapis değildir. Hatırlatalım, bu dönemde Türkiye bir referandum yaşadı ve 12 Eylül’ün hazırladığı 1982 Anayasası 7 Kasım 1982 oylandı. Perinçek dışarıda olduğu bu dönemde yeni anayasaya karşı hiçbir faaliyette bulunmamıştır. Hatta bu kadar 12 Eylül yanlısı olduğuna göre “evet” oyu bile vermiş olabilir!

Hatta bırakın referandum için “hayır” propagandası yapmayı, Perinçek 12 Eylül’e karşı hiçbir faaliyete girişmemiştir bu 10 aylık dönemde. Şimdilerde çok 12 Eylül karşıtlığı yapmasına bakmayın, bu dönemde AKP bile 12 Eylül karşıtlığı yapıyor, kolay 12 Eylül düşmanı olmak. 12 Eylül karşıtlığını esas yapabileceği ve yapması gereken dönemde susmuştur Perinçek.

12 Eylül mahkemelerinde 12 Eylül’ü savunan Perinçek

Perinçek’in unutturmak, daha doğrusu hiç hatırlatmamak istediği bir başka gerçek ise 12 Eylül mahkemelerinde yaptığı savunmalardır. O dönem Perinçek’in partisinin ismi TİKP’ydi (Türkiye İşçi Köylu Partisi). 12 Eylül mahkemelerinde yaptıkları savunmayı “TİKP İddianame ve Sorgu” adıyla yayınlamışlardı. Bu kitap, 12 Eylül rejimini nasıl savunduklarının mide bulandırıcı örnekleriyle doludur. Tahmin edileceği üzere, Perinçek bu kitabın yeni baskısını hiç yapmadı. Hatta sahaflarda bulmak bile zordur. Muhtemelen Aydınlıkçılar piyasadan kalksın diye topluyorlar kitabı! Ama internette pdf olarak bulmak mümkün: http://tr.scribd.com/doc/TİKP-İddianame-ve-Sorgu#

Bu savunmadan çarpıcı bölümleri aktarıyorum.

Perinçek’e göre yargılanması 12 Eylül’ün amacıyla çelişmektedir:

“Partimizi hedef almak 12 Eylül’de ilan edilen amaçlarla bağdaşmaz. TİKP gerek sağ ve gerekse sol kisveli teröre karşı en kararlı mücadeleyi yürütmüştür. 12 Eylül Harekâtı yayınlandığı ilk bildirile- rinde terör ve anarşiyi kaldırmayı birinci görev olarak belirtmişti. Terör örgütleri yanında iç barışın en kararlı savunucusu olan TİKP’nin de hedef alınması bu amaçla çelişmekte, teröre karşı mücadeleyi zayıflatmaktadır.”

Üstelik kendisi gibilerin tutuklanması terör örgütlerinin işine gelecektir!

“Terörle mücadele eden güçleri tutuklamak ve mahkum ettirmeye çalışmak, iç barış cephesini bölmekte, terör örgütlerinin ve bölücülerin cephesini güçlendirmektedir.”

Perinçek, bununla da yetinmez, bir adım daha atarak, serbest bırakılmaları durumunda “12 Eylül’ün terörle mücadelesi”ne yardımlarının dokunabileceğini söyler:

“TİKP, Moskovalı emperyalistlerin yıkıcılığına ve her iki terör odağına karşı önemli bir ağırlıktır. Partimizin teröre karşı mücadelesinin belgelerini ekli olarak sunuyoruz. (Dosya XVIII) TİKP, terör örgütlerinin faaliyetlerini ortaya çıkarmış, kamuoyunu bu konuda aydınlatmıştır. Bugün iddianamelere geçen gerçeklerin büyük bir bölümü, TİKP’nin daha önce açığa çıkardığı olgulardır. Solda yabancı tehdide ve teröre karşı oluşmuş olan TİKP gibi bir ağırlığı ortadan kaldırmaya çalışmak, acaba hangi sonuçları doğurur? Solun kökünü kazıma anlayışıyla Türkiye toprağında yeşeren ve iç barıştan yana solu hedef almak, olsa olsa Moskova’nın beşinci kolunu güçlendirir. Geride bıraktığımız dönemde herkes gibi bizler de, çeşitli sınavlardan geçerek bugünlere geldik. Düşünce ve önerilerimizin sağlamlaştırılmasına ve ülkemizin demokrasiye kavuşmasına hizmet etmemiz mümkünken tutukevlerinde kapatılıyoruz.”

Görüldüğü üzere Perinçek, 12 Eylül mahkemelerinde 12 Eylül’ü eleştirmediği gibi, “beni serbest bırakın, hizmet edeyim” demektedir!

Perinçek Aydınlar Dilekçesi’ni de imzalamadı

12 Eylül sonrasının en önemli direniş örneklerinden biridir Aydınlar Dilekçesi olayı. Hatırlatalım, Aziz Nesin önderliğinde pek çok aydın, sanatçı, sendikacı ve onurlu insan, hapishanelerdeki baskı ve işkence iddialarını bir dilekçeyle Kenan Evren’e sunmuştur. Dilekçede tam 1383 imza vardır. O dönemin baskı koşullarında gerçekten de büyük bir cesaret gerektiren bir şeydir bu.

İlginç olan Aydınlar Dilekçesi’nde Perinçek’in imzası yoktur. Denebilir ki, Mart 1984’te, yani dilekçe imzalandığında Perinçek içerideydi. Doğrudur, içerideydi ancak pek çok Aydınlıkçı dışarıdaydı. Onlar da imzalamamıştır!

O dönem, Saçak isminde bir dergi çıkaran Aydınlıkçılar başlangıçta dilekçeyi imzalamadıkları gibi destekleyen herhangi bir yayın da yapmamıştır. Hatta dilekçe nedeniyle yargılanan Aziz Nesin’i savunan 158 kişilik avukat ordusunda bir tane ile Aydınlıkçı yoktur!

İlginçtir, Aydınlar Dilekçesi Davası kitabında “imzaları notere yetiştirilememiş” 124 kişilik bir liste yer alır. Bu listenin neredeyse yarısı Aydınlıkçıdır! Anlayacağınız, Aydınlıkçılar başlangıçta ya korkudan ya da 12 Eylül’e başlangıçta verdikleri desteğin etkisiyle dilekçeyi imzalamaktan imtina etmiş, ancak çığ gibi büyüyen desteği görünce fikirlerini değiştirmiştir. Ancak çok geçtir ve “imzaları notere yetiştirilememiş”tir!

Perinçek’in 12 Eylül desteğinin sayısız örneği

Aslında Perinçek’in 12 Eyül’e verdiği desteğin pek çok başka örneği de vardır. Uzatmamak için burada kesiyorum. Merak eden okurlar “Doğu Perinçek’in 50 Yılı” isimli kitabıma bakabilir (http://www.dr.com.tr/Kitap/Dogu-Perincekin-50-Yili/Ozgur-Erdem/Edebiyat/Biyografi-Oto-Biyografi/urunno=0000000647538). Orada yaklaşık 30 sayfa bu desteği anlatıyorum. Ancak burada yer vermediklerimi ana başlıklar altında sıralayayım:

- Perinçek’in partisinin yöneticilerinden Mustafa Kemal Çamkıran, 12 Eylül olduğunda Almanya’daydı. Hakkında arama kararı çıkınca Almanya’da “12 Eylül rejiminin işkence yaptığı iddialarının gerçek olmadığı kanıtlamak için” teslim olduğunu açıkladığı bir basın toplantısı düzenledi ve Türkiye’ye gelip teslim oldu.

- Perinçek ve diğer Aydınlıkçılar 12 Eylül mahkemelerine “Devlete yardım ettiğimiz için Kenan Evren bize teşekkür etmişti. Lehimizde tanıklık etsin.” başvurusunda bulundular.

- Perinçek’in o dönemki sağ kolu Oral Çalışlar Kenan Evren’e bir mektup yazarak şöyle dedi: “Aydınlık, yaptığı birçok yayınla Sıkıyönetim Komutanlıklarının, terör ve zorbalık odaklarına karşı başarı kazanmasına yardımcı olmuştur. Bundan sonra da 12 Eylül’e basın alanında destek olmak için hayatını dahi seve seve feda etmeye hazırdır.”

- Perinçek’in dergisinde 12 Eylül rejimi şu başlıklarla savunuldu: “12 Eylül’ün dış politikası olumludur. Türkiye Ortadoğu’da Amerikan jandarması değil.”

- Aydınlıkçılar hemen darbe sonrası yaptıkları açıklamalarda şöyle dediler: “12 Eylül darbesine Amerikancı denemez”

- Aydınlıkçılar 12 Eylül’ün “faşist” olduğu değerlendirmelerine şöyle karşı çıktılar: “12 Eylül darbesi faşist değildir. Darbeyi olumlu görüyoruz, başarı kazanmasını istiyoruz.”


- Aydınlıkçılar 12 Eylül döneminde sadece darbeyi değil, darbeye ABD desteğini de savundular. Hatta ABD’nin Türkiye’ye askeri yardımlarını artırması çağrısında bulundular: “ABD’nin Türkiye’ye 4 milyar dolarlık askeri yardımı az. 15 milyar dolar olsun.”

Tayyip’in MHP’ye Giden Oyları Geri Kazanma Planı

“HDP’yle yan yana gelmem” diyerek hükümeti PKK’ya teslim etmek!
AKP-HDP Seçim Hükümeti kuruldu. PKK’nın bakan olmasına neden olan bütün siyasi basiretsizlikleri bu millet unutmayacak. Evet, MHP’yi kastediyoruz. Söylemekten dilimizde tüy bitti, ama bıkmadan usanmadan tekrar etmeye devam edeceğiz: MHP, 7 Haziran’dan hemen sonra bir anda AKP karşıtlığını bırakıp eleştiri oklarını CHP’ye yöneltmek yerine Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterdiği olgun tavra geri dönse ve AKP’ye karşı CHP-MHP muhalefeti bloğunu dağıtmasa, bugün Türkiye çok farklı bir noktada olabilirdi.
İşte sonuç: PKK hükümet ortağı oldu… Her neyse…
AKP parti değil mafya teşkilatı
Asıl konumuz başka bu yazıda.
Öyle bir seçim hükümeti kuruldu ki, AKP’nin ne olduğunu tüm Türkiye’ye gördü tekrar. Adamlar parti değil mafya teşkilatı resmen. Kafaları da öyle çalışıyor. Hükümete AKP dışından adam seçerken bile “diğer partileri nasıl birbirine katarız” diye düşünmüşler.
CHP ve MHP’den teklif götürdükleri isimlerin tek anlamı bu. Mesela Deniz Baykal… Akılları sıra Baykal’ı bakanlıkla kandırıp CHP içinde bir parçalanma yaratacaklar. Allahtan Baykal bu oyuna gelmedi. Mesela Levent Tüzel… Gerçekten iyi seçmişler. HDP’nin 80 milletvekili içinde bakanlık teklifini kabul etmeyecek tek ismi bulmuşlar, ona teklif götürüyorlar. Oradan da HDP içinde bir bölünme yaratmayı hedefliyorlar. Kısacası AKP, bakanlık teklifi falan göndermiyor, partilere el bombası atıyor. Dağılsınlar, birbirlerine girsinler… Amaç bu.
Nâzım’ın dediği gibi:
“Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.”
Tayyip, kendi için tek kutsal toprak parçası olan Kaç-AK-Saray’ı terk etmemek için direniyor da direniyor…
Ama bilinsin ki AKP’nin bu iki partiye attığı kancalar etkili olmaz. Mesela CHP’yi etkilemez. Bu tür ayak oyunlarıyla CHP’yi bölemez. Bu konuda kullanabileceği en etkili silah Perinçek ve Vatan Partisi… Onların da gücü ve etkisi ortada…
HDP’ye atacağı kancanın da etkisi bir yere kadar. Levent Tüzel, bakanlık kabul etmeyerek doğru bir şey yaptı belki ama lideri olduğu Emeğin Partisi’ni PKK’nın kuyruğu haline getirmiş birisinin HDP’den ayrı gayrı kalması beklenemez.
Tayyip’in hedefi: Koltuk değnekliği yetmez MHP protez bacak olsun
Ancak AKP, asıl uyanık hareketi MHP’ye yaptı. AKP kancası CHP ve HDP’de etkili olamaz ama MHP’de oldu. Ve bu etki artabilir. Bunun nedenlerine girmeden önce kancayı biraz açalım. İlk kanca Tuğrul Türkeş’eydi. Bahçeli’nin 7 Haziran’dan beri “Aramızdan biri Saray’la gizli gizli görüşüyormuş” açıklamaları akıllardadır. Anlaşılan bu isim Tuğrul Türkeş’miş. Muhtemelen Tayyip’in tek amacı Tuğrul Türkeş üzerinden MHP’de bir karmaşa yaratmak değil. Bahçeli’nin yerine Türkeş’i hazırlıyor olabilir.
Denebilir ki, Bahçeli zaten “AKP’ye koltuk değnekliği yapıyor”, Tayyip neden Bahçeli’yi devirmek istesin?
Tayyip MHP tamamen kendine tabi olsun istiyor. Bir nevi protez bacak… Bunun örnekleri daha önce yaşandı. Tayyip, Süleyman Soylu’yla Demokrat Parti’de bir darbe tezgahlamıştı. Böylece AKP’ye alternatif bir merkez sağın oluşması engellenmişti. Şimdi Süleyman Soylu’nun AKP’nin önde gelen isimlerinden biri olması tesadüf değil.
Bir diğer yutma hareketi ise Numan Kurtulmuş ile birlikte gerçekleşmişti. AKP’nin kurucularından olan ve Tayyip’i eleştirerek partiden ayrılan ve HAS Parti’yi kuran Kurtulmuş’un AKP’ye geri alınması Tayyip için çok önemliydi. Kurtulmuş’un partisinin AKP’yi bölecek çapta olmasından falan değil… Bülent Arınç gibi, Abdullah Gül gibi ileride sıkıntı yaratabilecek isimlere bir uyarıydı Kurtulmuş’un durumu…
BBP’yi yutma planı
Tayyip’in tezgahladığı bir başka darbe ise BBP’de gerçekleşmişti. BBP, Muhsin Yazıcıoğlu’nun 2009’daki ölümünün ardından ciddi tartışmalar yaşamıştı. AKP’ye mi MHP’ye mi meyledecekti parti? Yoksa varlığını devam mı ettirecekti? Karizmatik liderini yitirmiş her partinin karşılaşacağı bir sıkıntıydı bu ve doğal olarak BBP de yaşadı. Yazıcıoğlu sonrası ilk genel başkan Yalçın Topçu oldu. Aslında bu büyük bir sürpriz değildi, partinin zaten genel sekreteriydi. Ancak BBP, Topçu ile birlikte AKP yandaşı bir partiye dönüştü. Öyle hızlı bir dönüşüm yaşadılar ki, “Yazıcıoğlu acaba AKP tarafından mı öldürüldü” sorusu hâlâ yanıtı bulunamamış bir iddia olarak ortadadır.
AKP yandaşı tavırları düşünüldüğünde neden girdiği belirsiz 2011 seçimlerinde hezimet yaşayan Topçu, genel başkanlıktan indirildi. Sonra da istifa etti. Topçu sonrası BBP, özellikle Destici’nin genel başkanlığı döneminde AKP’ye yapması gereken muhalefeti yapan bir partiye dönüştü. İşte bu Yalçın Topçu’nun seçim hükümetinde bakan yapılması elbette bir tesadüf değil.
Türkeş’in mirasına konmak
Tuğrul Türkeş hamlesi ise Tayyip’in siyaset cinliğinin yeni bir aşaması. Malum, Tuğrul Türkeş’in yıldızı hiçbir zaman Bahçeli’yle barışmadı. Alparslan Türkeş’in 1997’deki ölümünden sonraki kongrede genel başkanlık için partinin genel sekreteri Bahçeli’nin karşısındaki rakipti Tuğrul Türkeş. Ama kongreyi Türkeş’in oğlu değil genel sekreteri kazandı.
Tuğrul Türkeş de ayrıldı MHP’den, Aydınlık Türkiye Partisi’ni kurdu. Parti tutunamadı, 2002 seçimlerinde DYP ile ittifak yaptı, ama DYP baraj altı kalınca, Tuğrul Türkeş siyaseti bıraktığını açıkladı. Perinçek’i aratmayan bu başarısızlık öyküsünün ardından Tuğrul Türkeş, 2007’de MHP’ye katıldı ve 22 Temmuz seçimlerinde milletvekili seçildi. O günden beri üç seçimde de (2007-11-15) MHP’den Meclis’e girdi.
Ancak MHP’nin katılmayacağını açıkladığı seçim hükümetine Anayasa’nın MHP’ye tanıdığı kontenjandan girmeyi kabul etti. Tabii MHP buna büyük tepki gösterdi. Gerek Bahçeli başta olmak üzere yönetimi, gerekse bir bütün olarak örgütü, tabanı Tuğrul Türkeş’in hükümete katılmasını sert bir şekilde eleştirdiler. Hatta Tuğrul Türkeş MHP yönetimindeki görevlerinden alındı ve parti üyeliğinden de atılmak üzere disipline verildi.
AKP MHP’ye kaptırdığı oyların peşinde
Yalçın Topçu ile Tuğrul Türkeş’in geçmişlerini şöyle peş peşe okuyunca, herkesin farkına varacağı bir gerçek var: İkisi de bulundukları partilerde karizmatik ve geleneksel liderlerini yitirince genel başkanlığa oynamış, ancak başarısız olmuş ve partilerinde tutunamamış. Bu ortak nokta iki şeyi gösteriyor:
1. İki isim de hırslı. Ve tutunamadıkları partilerinden bunun hesabını sormak gibi kişisel hesapları var.
2. İki ismin de tutunamadıkları partiden bir şey koparıp AKP’ye katacak güçleri yok.
Peki AKP bunu niye yapıyor? Çok açık bir şey, bugün MHP’den kim Tuğrul Türkeş’i takip eder? Hangi MHP’li Davutoğlu’yla birlikte babası Alparslan Türkeş’in mezarına yaptığı ziyaret şovuna tepki göstermeyecek de “Evet asıl ülkücü Tayyip’in koltuğunun altındaki Tuğrul Türkeş’tir” diyecek? Kimse. Çok, çok, çok cüzi bir kesim belki.
Yalçın Topçu’nun, BBP’de Tuğrul Türkeş kadar bile bile etkisi yok. Ancak Tayyip’in hesabı başka. Bu iki isimle BBP ya da MHP’den oy koparamayacağını elbette biliyor. O iki partiden oy devşirmek için başka planları vardır mutlaka. Mesela, BBP’de bir darbe yapıp Destici’yi indirir ve AKP’ye katar. Ya da MHP’ye bir iki kaset operasyonu daha yapar.
Tayyip’in bu iki ülkücü geçmişli bakanla yapmak istediği şey açık: Son seçimlerde MHP’ye kaptırdığı oyları geri almak. AKP’nin oylarını öyle 3-4 puan artırmak gibi bir hedefi yok. Tayyip’in tek isteği bir şekilde tek başına iktidar olunması. Bunun için ihtiyacı olan 18 vekil. Bunları da kılpayı MHP’ye vekil yitiridiği Karadeniz-İç Anadolu illerinde geri alabilir. Hatta 18 vekile de ihtiyacı yok. 10-11 tane vekil artırsa yeter, kalanını bir şekilde vekil piyasasında satın alır. Tayyip’in planı bu. Tayyip, bu iki yeni “ülkücü” transferiyle AKP’den MHP’ye giden seçmenin 1 milyonunu ikna etse belki de yeterli olacak. Plan bu.
MHP ne yapmalı?
MHP ne yapmalı peki bu durumda?
Öncelikle MHP, AKP’leşmemeli. AKP’nin kuyruğuna takılmamalı. 7 Haziran öncesi AKP karşıtı siyaset anlayışına geri dönmeli. Ama Bahçeli pek öyle yapacakmış gibi durmuyor. 7 Haziran’dan beri izlediği çizgi özetle şöyle:
1. Sadece AKP’yi değil CHP’yi de eleştirmek. Hatta CHP’yi daha çok eleştirmek.
2. Tayyip’in kaos planını “Devlet PKK’yla mücadele ediyor” diye tanımlamak ve “devletin tarafındayız” diyerek aslında “Sarayın tarafında” yer almak.
Açıkçası Bahçeli, bu iki tavırda ısrar ederse MHP’nin AKP’den ne farkı kalacaktır? Üstelik AKP bu kadar “milliyetçi” gözükme sevdasına kapılmışken…
Ve Bahçeli’nin yanıtlaması gereken soru: AKP’den MHP’ye kayan seçmen, iki parti arasında bir ayrım görmediği zaman niye MHP’ye oy vermeye devam etsin?
Bu gidişle Tayyip’in MHP’ye giden oyları AKP’ye geri almak için bu kadar plan yapmasına, strateji kurmasına gerek kalmayacak. Bahçeli buna zaten yardımcı oluyor!
Bizden uyarması…

9 Eylül 2015 Çarşamba

AK-Trol Beyinsizliğinin Komik Bir Örneği

Hayatımda gördüğüm en komik olaylardan biri...
Sabah gazetesi Fransız oyuncu Depardieu'nun "Bu ülkeden çekip gitmek istiyorum" demesini haber yapmış. AK-troller de sazan gibi atlamış, haberin altına üşüşüp "defol git", "senin gibisini isteyen yok zaten" gibi yorumlar yağdırmış! smile ifade simgesi
AK-trollüğün ne tür bir beyinsizlik olduğunun hazin bir örneği. Ülkemi ve insanımı ne hale getirdiler böyle...
Yorumların bir kısmı ekteki fotoda. Küfürler için özür dilerim.
Sabah'ın haberi ve yorumlarının orijinali şu adreste:https://www.facebook.com/Sabah/posts/1033818433324870



Umudun Adı 9 Eylül

Bugün 9 Eylül...
Sadece İzmir'in kurtuluşunun yıldönümü değil bugün...
Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ordusu, 9 Eylül'de bir gelenek bıraktı bize... En kötü zamanında bile, Türk milleti düşmanını denize dökmesini bilir!!!
Karanlık bir dönem yaşıyoruz. Büyük bir kaosa doğru ilerliyoruz. Başımızdaki diktatör bozuntusunun verdiği zarar ortada...
Ama umudu yitirmemek lazım. Türk milleti çok daha kötü bir zamanında ayağa kalkmayı başardı. 4 yılda yitirdiğini 10 günde geri almasını bildi. 30 Ağustosta bir ayağa kalktık, 9 Eylül'de İzmir'deydik...
Evet, umutluyum... Çünkü 9 Eylül'de düşmanı denize dökebilmiş bir milletin evladıyım...