(Türk Solu'nun 506. sayısında yayınlanmıştır.)
30 Kasım 2015 Pazartesi
Yeni Kabine: Başkanlık Sistemi ve Savaş’ın hükümeti
(Türk Solu'nun 506. sayısında yayınlanmıştır.)
28 Kasım 2015 Cumartesi
Tahir Elçi'yi Kim Vurdu?
Anladığım kadarıyla olay şöyle gelişiyor. PKK'lı biri o ara sokağa giriyor. Polisle çatışa çatışa sokaktan geçiyor. O arada Tahir Elçi de vuruluyor.
Tabii yanıt bekleyen soru o PKK'lı o sokağa niye girdi? Tahir Elçi'nin orada olduğunu biliyor muydu? Tesadüf eseri mi o sokağa girdi? PKK'lıların bulunduğu araba polis tarafından mı durduruldu yoksa PKK'lılar bu saldırı için mi arabayı durdurdu?
Yanıt bekleyen çok soru var. Tabii bu tür provokasyonlarda ancak soru sorabilirsiniz, yanıtlar asla bulunamaz...
Peki Tahir Elçi'yi kim vurdu?
PKK'lının silahıyla olabilir.
Kaza kurşunu olabilir.
Fırsat bu fırsat Tahir Elçi'yi aradan kaynatayım diyen bir MİT görevlisi de olabilir.
Bütün bu çatışma Tahir Elçi'ye yönelik bir suikast için kamuflaj da olabilir.
Olasılık çok. Türkiye'nin merkezinde bulunduğu bir dünya savaşına doğru gidilirken, bu cinayetin arkasında olabilecek tonla istihbarat örgütü de var...
Ama önemli olan hangi senaryonun doğru olduğu değil.
Olay bir AKP-PKK ortak provokasyonu. Anlaşılan Saray-Kandil ittifakı şiddeti tırmandırma kararını vermiş.
"Başkanlık sistemi daha otoriter, artan teröre karşı böyle bir rejime ihtiyaç var" diyecekler. Bir yandan da "Terör azdı, analar ağlamasın" deyip Çözüm Sürecini tekrar başlatacaklar.
Kandil ile Saray arasındaki anlaşma şu: Al sana özerkli ver bana Başkanlık...
Benzer bir anlaşma 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra da gerçekleşmiş, Kandil ve Saray karşılıklı olarak şiddeti artırarak 1 Kasım'daki sonuçların alınacağı bir ortam yaratmışlardı.
Anlaşılan Tayyip Başkan olana kadar Kandil-Saray şiddet/terör ittifakı gaz pedalından ayağını çekmeyecek...
27 Kasım 2015 Cuma
Bugün Kara Cuma: ABD'de Tüketim Çılgınlığı
Kara Cuma'da elektronik eşyalar en çok ilgiyi görür. %50 indirim için birbirini ezen insanlar. |
ABD'de (ve İngiltere, Kanada gibi dış temsilciliklerinde) Şükran Günü sonrası ilk cuma Kara Cuma (Black Friday) olarak bilinir. Bu günün özelliği mağazalarda büyük indirimlere gidilmesidir.
Tabii, günümüz tüketim çağı. %50'lere varan indirimler olunca insanlar birbirini ezer...
Mesela ABD'de yaşamış tanıdıklardan dinlediklerimi aktarayım.
Önemli olan mağazaya önce girmektir. Çünkü asıl büyük indirimler sınırlı sayıda üründe bulunur. Mesela normali 500 dolarlık bir TV'yi 100 dolara da alabilirsiniz. Tabii bunun için geceden sıraya girmeniz gerekir. Battaniyenizi alıp sabahlarsınız.
Ancak mağazaya ilk girmek de yeterli değildir. Önceden keşif yapmış olmanız gereklidir. Çünkü o kadar reyon ve raf arasında istediğiniz ürünün nerede olduğunu bilmelisiniz. Bu yüzden insanlar bir gün öncesinden mağazalara gidip hangi üründe en iyi indirim var ve nerede sergileniyor "derslerini çalışırlar".
Tabii, keşif yapmış olmanız da yetmez. Çünkü muhtemelen başkaları da o keşfi yapmıştır. Hızlı olmalısınız. Alışveriş sepeti gibi sizi yavaşlatacak şeylerden uzak durmalı, hedefinize odaklanmalı ve bütün hızınızla koşmalısınız. :)
219'dan 139 Sterline inmiş TV için meydan savaşı... |
Komedi bazen trajediye de dönüşür. O kadar ki 4-5 sene önce bir mağaza çalışanı izdihamda ezilerek hayatını yitirmişti. Geçen sene de bir hamile kadın ezilerek düşük yapmış.
Gözünüzde canlansın diye İngiltere'den birkaç resim paylaşıyorum. Bir kadının uğruna yerlerde sürüdüğü TV'deki indirim ise öyle hım şahım değil: 219'dan 139 sterline düşmüş... Yani 80 sterlin için şu rezaleti yaşamış. Ve emin olun o 80 sterline hiç de muhtaç biri değildir.
Ne diyeyim, Allah akıl fikir versin.
(Görüntülerde battaniyesiyle koşanlara dikkat. Önceki akşamdan beri oradalar belli)
Sadece ABD mi? Elbette değil. Küreselleşme çağında da tüketim çılgınlığı virüs gibi bütün ülkelere yayılmış durumda. Kara Cuma'nın bir benzeri Türkiye'de olsa, emin olun aynı görüntüleri görürüz... Geçenlerde hatırlarsınız, İstanbul'da lüks bir mağazada benzer bir indirim yapılmış, insanlar birbirini ezmişti.
Tüketim çılgınlığı böyle işliyor işte. Bazen ihtiyacımız olduğu için değil, tüketmek için ya da etrafımızdaki herkes zaten tükettiği için tüketiyoruz.
24 Kasım 2015 Salı
Düşürülen Rus Uçağından Türkmenlere Suriye Meselesinde Yanlış Bilinenler
Yaklaşan 3. Dünya Savaşı'nda Türkler Tarafını Seçmeli: Atatürk Tavrı (Ne ABD Ne Rusya)
Ve maalesef çoğu da kendisini Atatürkçü olarak nitelendirecek insanlar. Kimisi bakıyorum "Tayyip karşıtlığı" hassasiyetiyle ABD'ye karşı Rusya'yı sempatik görüyor. Kimisi de Rusya'nın Türkmenlere son saldırısına tepkinin yarattığı bir ruh haliyle Rusya'ya karşı ABD'ye yakın hissediyor kendisini...
Bence bu ikisi de yanlıştır. Atatürk'ün iki dünya savaşında da "tarafsızlık" politikası güttüğünü hatırlatmak durumundayım.
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın Almanya'nın yanında savaşa girmesine karşıydı. Savaş sırasında da Osmanlı Ordusu'nun Alman komutanlar tarafından yönetilmesini hep eleştirdi. (Bütün bu eleştirilerine rağmen Birinci Dünya Savaşı'nın en başarılı komutanıydı) Savaşın hemen ardından ise Damat Ferit ve Vahdettin'in İngiliz yanlısı politikalarına karşı çıktı. Mondros imzalanınca emrindeki birliklerin silahlarını sonraki bir savaş için saklamalarını sağlaması Atatürk'ün stratejik dehasının binlerce örneğinden biridir.
İkinci Dünya Savaşı'nı görmeye Atatürk'ün ömrü yetmedi, ama 30'lu yıllar herkesin yeni bir dünya savaşının yaklaştığının farkında olduğu bir dönemdi. Atatürk de buna uygun önlemler aldı. İngiltere-Fransa kutbuna da Alman-İtalyan faşist ortaklığına da uzak durdu. Sovyetler'le ilişkisinde de her zaman bir mesafe korudu. Balkan Antantı ile Balkanlar'dan gelecek bir Alman ya da İtalyan saldırısına karşı önlemler aldı. Sadabat Paktı ile ise Irak ya da İran'dan gelecek bir İngiliz saldırısını durdurmayı hedefledi.
Bir ABD-Rusya savaşı yaklaşıyor. Birinci Dünya Savaşı'ndaki gibi bu yeni 3. Dünya Savaşı'nda da esas sahne Ortadoğu olacak. İlk savaşta kaybeden İngiliz tarafı da olsa Alman tarafı da olsa kaybeden belliydi: Osmanlı. Bunu durdurmanın tek yöntemi tarafsız kalıp kaynaklarını ve askerlerini anayurdu savunmak için harcamak olmalıydı. Yaklaşan 3. Dünya Savaşı'nda da iki tarafın da hamiliğini üstlendiği iki proje var: Birincisi Kürt Devleti, ikincisi Şii Hilali... Bu iki proje de Ülkemizdeki Kürt meselesiyle Alevi-Sünni çatışmasını körükleyerek Türkiye'yi zayıflatacak hatta bölecek projeler... Bu yüzden kaybedecek belli: Türkiye... ABD de Rusya da bu iki projeye hayır demiyor, aralarındaki mücadele kimin hamiliğinde gerçekleşecekleri...
Bize düşen, ABD-Rusya savaşında bir taraf seçmek değil, Türk tarafını güçlendirmek olmalıdır. Savaş çığırtkanı ve ABD uşağı AKP ile olacak şey değil elbette bu. O yüzden en acil mesele Tayyip'in savaş tamtamlarına karşı direnmektir. Türkiye'nin uzun vadeli çıkarı bunu gerektirir. Türk düşmanı Tayyip'in "başkomutanlığında" girilecek bir savaş sonucu ne olursa olsun bir tek Türk'e zarar verir...
23 Kasım 2015 Pazartesi
Yine, Yeni, Yeniden Türkmen Meselesi: Rusya'nın Algı Operasyonuna Dikkat
22 Kasım 2015 Pazar
Suriye'de yaşananları anlamak için yanıt bekleyen 10 soru
21 Kasım 2015 Cumartesi
Bayır Bucak Türkmenlerini savunmak AKP yandaşlığı mıdır?
Atatürkçülüğünden, Türklüğünden ve samimiyetinden en ufak bir şüphe duymadığım kimi arkadaşların bu konuda net olmadığını görüyorum. Kısaca açıklayayım...
AKP Suriye'deki iç savaş başladığından beri, malum, oradaki Sünni silahlı gruplara yardım etti. Halbuki Türkiye'nin yapması gereken hem Irak hem de Suriye'deki Türkmenlere destek olmaktı. Mezhepçi kafa nedeniyle böyle yapmadılar. Irak'taki Türkmenleri Şii oldukları için tamamen yalnız bıraktılar. Suriye'deki Türkmenler ise Sünni ama onları da Nusra, IŞİD gibi Sünni grupların kucağına attılar. Suriye Türkmenleri de Sünni ve Nusayri Araplar arasındaki savaşta Türklükleri üzerinden 3. bir kutup olamadılar.
Türkiye, Türkmenleri destekleseydi oradaki denklemde Türkmenler ayrı bir güç olabilirdi. Bakın Kürtlere, nüfus olarak Suriye'de Türkmenlerden çok daha zayıf olmalarına rağmen Türkiye sınırına hakim oldular.
O tren kaçtı. Artık Irak'ta da Suriye'de de bir Türkmen gücünden bahsetmek mümkün değil. Maalesef...
Rusya ve Esad güçleri de fırsat bu fırsat IŞİD'i bahane ederek Bayırbucak'taki 200 binden fazla Türkmene etnik temizlik uyguluyor.
Peki AKP'nin şimdiki (sözde) desteği?
Birincisi, AKP her zamanki gibi "milliyetçilik" taslıyor. AKP'nin bugünlerdeki Türkmen yanlısı söylemlerine bakıp inanmayın. Çözüm Sürecinde Apo'yla masaya oturup şimdilerde PKK karşıtlığı yapmalarına inanmadığımız gibi...Madem Türkmenleri çok destekliyorlar 3 yıldır niye yardım etmediler?
İkincisi, yandaş medyanın konuyu bu kadar gündeme getirmesinin temel nedeni MİT TIR'ları meselesidir. IŞİD'e giden yardımı "Bayırbucak Türkmenlerine gönderiyorduk" diye açıklamışlardı hatırlarsanız. Suriye Türkmenleri "bize gelen herhangi bir yardım yok" diye yalanlamıştı bunu. Şimdi ise "Bakın Türkmenlere gönderdiğimiz silahları engellediniz, şimdi katlediliyorlar" diye yalan söylüyorlar. Akılları sıra MİT TIR'larını meşrulaştıracaklar.
Arkadaşlar, oyuna gelmeyin. Türk Türk'tür.
Bayırbucak hemen Hatay'ın güneyinde. Bir Hataylı ne kadar Türk'se Bayırbucak Türkmenleri de o kadar Türk. Bir kısmı şimdilerde Sünni Arap örgütlerini destekliyor diye 200 bin Türkmenin yerinden yurdundan sürülmesine ve katledilmesine sessiz mi kalacağız? Mesela %70 AKP'ye oy veren Rize'de (maazallah) böyle bir katliam olsa "Ama onlar AKP'li" diye sessiz mi kalacaksınız?
Biz Türklerin en önemli sorunu bu. Türklüğümüzden önce hep siyasi kimliklerimizi ön plana koyuyoruz. Ama bakın elin Almanına, Rusuna, Fransızına vs. Kendi milli çıkarları söz konusu oldu mu nasıl sağı solu bir kenara bırakıyorlar...
Mesela Fransa. 1800'den beri Krallık oldu, Cumhuriyet oldu, imparatorluk oldu, Sosyalisti yönetti, sağcısı yönetti ama dış politikası hep aynı kaldı.
Ya da Rusya. Çarlık zamanında da, Bolşevik yönetiminde de, şimdiki Putin döneminde de değişmez dış politikası vardır.
Veya Kürtler... Bakın en sağcısından en solcusuna bütün Kürtler HDP'de birleşmedi mi?
Peki biz Türkler? Eski Osmanlı coğrafyasındaki Türklere niye destek olmayız? Bulgaristan, Yunanistan, Irak, İran ve Suriye... Bu ülkelerde 10 milyondan fazla Türk yaşıyor. Yunanistan nüfusu kadar. Niye bu Türklere dayanan bir dış politika belirlemeyiz de ya Rusya'nın ya da ABD'nin tarafında bu paylaşım savaşında piyon olmayı içimize sindiririz?
Her millet kendi çıkarını ve geleceğini düşünürken biz ne yapıyoruz?
Bize ne Suriye'nin, Irak’ın toprak bütünlüğünden...
25 yıldır sürdürülen bu politika yüzünden Suriye ve Irak'ın kuzeyinde Kürtler devlet kurma noktasına gelirken Türkmenler hep mevzi kaybetti, katledildi, sürüldü.
Şimdi de Rus emperyalizmi gelmiş Suriye'deki Kürt devleti için Akdeniz'e koridor açıyor kimi arkadaşlar hâlâ "Suriye'deki meşru rejim Esad'dır. Türkmenler hain" masalını dillendiriyor. Hatta kimileri çıkmış Türkmenleri PKK'yla bir tutuyor.
Oyuna gelmeyin.
Rusya'nın ve ABD'nin Türkmenleri katledip kaçırarak boşalttığı bölgeye Kürtler yerleşiyor. Kerkük'ten Akdeniz'e kadar... Siz "Türkmenler PKK gibi" derken o bölge PKK'nın oluyor...
AKP bugün var yarın yok. Ama Türkmenler 1000 yıldır yaşadığı o bölgeyi terk ederse mesela 50 yıl sonra Türkiye'nin o bölgede nasıl bir gücü olabilir?
Lütfen...
1800'den beri Osmanlı coğrafyası paylaşılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni de buydu. Sömürgeleştirilen son bölge Osmanlı coğrafyasıydı ve bu bölgede paylaşım savaşı hâlâ sonuçlanmadı. Biz Türklerin yapması gereken bu paylaşım savaşında ABD'nin, Rusya'nın, Fransa'nın, İran'ın, Sünni olsun Şii olsun Arabın, yani taraflardan birinin yanında yer almak değil bu coğrafyayı yüzlerce yıl yönetmiş bir millet olarak kendi çıkarımızı ve soydaşlarımızı savunmak olmalıdır.
Başımızda mezhepçi/Türk düşmanı AKP olduğu sürece böyle bir şeyi Türk Devletinin yapması tabii ki mümkün değil. Ama bu, hemen yanı başımızda Türkmenler katledilirken sessiz kalmamızı gerektirmez. Nasıl ki, AKP bugün PKK karşıtı söylem kullanıyor diye PKK karşıtlığını bırakmıyorsak yandaş medyanın sözde Türkmen savunusu yüzünden de Türkmenleri yalnız bırakmamalıyız.
17 Kasım 2015 Salı
(Sözde) Dersim Katliamı Niye Gündemden Düştü?
1. Atatürk'ün Tunceli/Pertek'te açtığı Halkevi
5 Kasım 2015 Perşembe
Evet Umutluyum... Zaten Umuda Zor Zamanlarda İhtiyacınız Olur
3 Kasım 2015 Salı
MHP Neden Kaybetti
MHP’nin yaşadığı çöküş ortada. Üstelik, 2011 seçimleri de değerlendirmeye alındığında çöküşün daha büyük boyutta olduğu görülecektir. MHP, 2011’de %13 gibi bir orana sahipken, özellikle Karadeniz ve İç Anadolu’da AKP seçmeninden kazandığı oylarla 7 Haziran’da %16.3’e ulaşmıştı. 1 Kasım’da ise %12 oyla, sadece 7 Haziran’da kazandığı %3.5 kadar oyu kaybetmekle kalmamış, 2011’in de gerisine düşmüştür. 2011’le kıyaslandığında %1’lik bir gerileme söz konusudur.
MHP’nin 1 Kasım’da neden kaybettiğini anlamanın yolu biraz da 7 Haziran’da neden kazandığını ortaya koymaktan geçiyor. MHP 7 Haziran seçimleri öncesinde çok doğru bir kampanya yürütmüştü. CHP başta olmak üzere muhalefete asla sataşmamış, bütün gücüyle AKP’ye yüklenmişti. Hatta PKK/HDP karşıtı söylemini bile ikinci plana atarak, 17-25 Aralık operasyonunu öne çıkarmıştı. Bir yandan da Tayyip’in kurmaya çalıştığı diktatörlük sistemine karşı bir söylem de geliştirmişti. Bu söylem Gezi eylemlerinden beri başlayan, 17-25 Aralık’tan sonra ise giderek artan AKP karşıtı havanın AKP seçmeninde de yer bulmasını sağlamıştı. MHP’nin 7 Haziran’da AKP’den kazandığı %3.5 oyun sırrı buydu.
Diğer yandan, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ile ortak aday olarak göstermesi ve yine bütün muhalefetle birlikte bu adayın arkasında durarak seçim çalışmalarını yürütmesi de MHP açısından çok olumlu puanlar getirmişti. MHP böylece hem 80 öncesinden kalma “kavgacı/marjinal” imajını ortadan kaldırmayı hem de Gezi eylemlerinden sonra Tayyip’in yarattığı “gerginlik ortamı”ndan rahatsız olan kesimlere “ılımlı” mesajlar vermeyi başarmış oluyordu.
7 Haziran gecesinden başlayarak MHP’de, daha doğrusu Bahçeli’de keskin bir söylem değişikliği yaşandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri, çok doğru bir şekilde, CHP’ye vurmayı bir kenara bırakmış MHP, bir anda CHP karşıtı bir söylem geliştirdi. Halbuki AKP %40’da kadar gerilemiş ve ilk defa tek başına iktidar şansını kaybederek muhalif kesimleri umutlandırmıştı.
Bahçeli’nin ilk geceden CHP ile koalisyona yanaşmayacağı açıklamaları muhalif kesimlerde büyük hayal kırıklığı yarattı. Kılıçdaroğlu’nun bir jest yaparak “gerekirse başbakanlığı da MHP’ye bırakırız” şeklindeki son derece makul koalisyon teklifini “Bizi başbakanlıkla kandırmaya kimse cüret edemez” gibi herkesi şaşırtan sertlikte reddetti. CHP’ye yönelik bu uzlaşmaz tavrını Meclis Başkanlığı seçimlerinde de devam ettirdi. Bahçeli’nin CHP’den HDP’ye kayan oylar üzerinden yaptığı “Boğazda viski içip HDP’ye oy veren şerefsizler” gibi söylemleri de tepki topladı. MHP, 7 Haziran öncesi “AKP karşıtı” pozisyondan bir anda “sol karşıtı” söyleme dönmüş oluyordu.
Böylece Bahçeli, Gezi eylemlerinden beri başlayan AKP/Tayyip karşıtı muhalefet bloğunu parçalamış oluyordu. Bu bloğun parçalanması, Tayyip’in de devrilmeyeceği anlamına geliyordu. Tayyip devrilmeyecekse, MHP’ye kaymış AKP seçmeninin de geri dönmesi gayet normal bir şeydi… Sonuçta o oylar MHP’ye CHP düşmanlığı yapsın diye değil, AKP’yi devirsin diye gitmişti…
MHP’nin HDP karşıtı bir söylem geliştirmesi, hatta bu söylemi ön plana çıkarması anlaşılır bir şeydir. Ancak 7 Haziran öncesinde ikinci plana ittiği HDP meselesini, 8 Haziran’dan itibaren neden bu kadar öne çıkardığını anlamak da mümkün değil. MHP’nin bir anda HDP karşıtı söyleme sarılması aslında AKP’ye yaradı. AKP, MHP’ye kaptırdığı oyları “PKK karşıtlığı” yaparak geri kazanabileceğini düşünüyordu. MHP’nin ısrarla dikkatleri HDP’nin 80 milletvekiline çekmesi ve “CHP gitsin HDP’yle koalisyon yapsın” gibi söylemleri tam da Tayyip’in istediği zemini de yaratmış oluyordu.
Ardından Saray'ın yönettiği kaos planı devreye girdi. Bir anda PKK terörü patlak verdi. Ve ardı ardına şehitler gelmeye başladı. MHP ise, Saray'ın yönettiği bu kaos döneminde PKK-HDP karşıtı tavır koymasa, AKP’den kazandığı oyları kaybedecekmiş gibi bir endişeye kapıldı. AKP de gerek sosyal medyadaki trolleri gerekse yandaş medyasıyla bu endişeyi körüklemeyi başardı. Sonuç olarak Bahçeli, bu kritik dönemde eleştiri oklarını AKP’ye yöneltmek yerine “PKK terörü artıyor” söylemine sarıldı. Böylece “Açılımcı, PKK işbirlikçisi AKP” imajı, MHP’nin de yardımıyla “PKK’yla mücadele eden AKP”ye dönüşmüş oldu.
MHP, AKP tabanından oyları hırsızlıklara ve diktatörlüğe vurarak almıştı. Bu tavrına devam etse, yani muhalefet bloğunu parçalamasa bu oyları koruyabilirdi. Ancak bunu yapmadı. Aksine, AKP’nin PKK’ya karşı başlattığı “sözde” mücadeleyi de destekleyerek kendi topuklarına sıktı. Böylece AKP, “PKK’yla savaşıyoruz, destek olun” söylemiyle MHP’ye kayan oyları geri almayı başardı.
Seçmenler bir partiye çeşitli beklentilerle oy verir. Bu beklentilerinin karşılanmadığını düşünürse de oyunu geri çeker. Bir benzerini 2002 seçimlerinde yaşamıştı MHP. 1999 seçimlerinde, Apo’nun da yakalanmış olmasının yarattığı havayla %18 gibi tarihinin en yüksek oranına ulaşmış, ancak iktidar ortağı olmasına rağmen Apo’yu idam edilmesini sağlayamadığı için 2002’de baraj altında kalmıştı. MHP’ye “Apo’yu assın, PKK’dan hesap sorsun” diye oy veren %9-10’luk bir kesim desteğini geri çekmişti.
MHP’nin 1 Kasım’da yaşadığı düşüşün nedeni de budur. AKP’nin hırsızlıklarından, Tayyip’in diktatörlüğünden ve Türkiye’nin gidişatından endişe duyan %3-4’lük bir AKP’li kesim MHP’ye yönelmişti. Ama bu kesim 7 Haziran sonrası MHP’nin bu konularda hiç de endişeli olmadığını gördü, beklentileri karşılanmadı. AKP’nin yarattığı “PKK’ya karşı mücadele ediyoruz” havası, MHP’nin de bu havayı körüklemesiyle bu kesim AKP’ye geri döndü. Madem terörle mücadele edilecekti, AKP’nin tek parti iktidarı tercihe edilebilirdi bu kesime göre. Ayrıca, MHP’nin uzlaşmaz tavrı da, Türkiye’yi bir belirsizliğe sürüklemekteydi. AKP bu hissiyatı da kullanarak “madem muhalefet koalisyon kurmayı beceremiyor, AKP iktidarına devam” kararının oluşmasını sağladı.
MHP bu şekilde ikinci kez iktidarı altın tepside AKP’ye vermiş oluyor. İlki, hatırlayacaksınız 3 Kasım 2002 seçimleriydi. Bahçeli, krizden yeni çıkmış bir hükümetin ortağı olarak “erken seçim” çağrısında bulunmuştu. Bu çağrının tam bir siyasi intihar olduğu ortadaydı. 2001’de kriz yaşamış bir Türkiye 2002’deki seçimde elbette hükümet ortağı partilere oy vermeyecekti. Nitekim 3 Kasım 2002’de kriz hükümetinin üç ortağı, DSP-MHP ve ANAP, büyük hezimet yaşayıp baraj altı kaldılar. AKP de tek başına iktidara geldi. Seçim Bahçeli’nin istediği gibi erkenden 2002’de değil de, 2003’te vakti geldiğinde yapılsa, AKP tek başına iktidar olmayabilirdi. Bu nedenle AKP iktidarının başlaması biraz da Bahçeli’nin hediyesidir.
Benzer bir hediyeyi Bahçeli 1 Kasım 2015’te de verdi AKP’ye. 7 Haziran’da büyük bir fırsat tepildi Bahçeli yüzünden. Tek başına iktidar şansını yitirmiş bir AKP, devrilebilir, farklı bir hükümet ve bürokrasiyle adil bir erken seçime gidilebilir ve AKP tarihin çöplüğüne atılabilirdi. Kısacası 1 Kasım, 3 Kasım’dan sonra Bahçeli’nin ikinci iktidar hediyesidir AKP’ye…
2011’le karşılaştırıldığında MHP, %1 oy kaybı yaşamıştır. 2011-2015 arası Oslo demektir. Açılım demektir. PKK’yle masaya oturulması demektir. Böyle bir dönemde dahi MHP’nin oy yitirmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. MHP’li arkadaşlar belki kızacak ama, dost acı söyler: MHP’nin PKK karşıtı söylemi inandırıcı bulunmuyor. Bunun en önemli nedeni MHP’nin 1999’daki iktidarında Apo’yu asamamasıdır. Ve dikkat edin, Türkiye’de ne zaman milliyetçilik yükselse ve AKP “PKK yandaşlığı”yla suçlansa, Tayyip hep aynı savunmayı yapar: “MHP, Apo’yu ipten kurtardı.” Algı bu. Ve AKP hep bu algıya oynayarak milliyetçi oyların MHP’ye kaymasını engelliyor.
MHP, PKK karşıtlığını bıraksın demek istemiyorum. Asla. Sadece MHP değil, bütün partiler PKK karşıtı olsun, bu beni mutlu eder. Ama MHP, söylemlerini PKK karşıtlığıyla sınırlandırınca kaybediyor. Ve 7 Haziran sonrasında da gördük, MHP PKK karşıtlığını AKP’ye karşı gelmemenin bahanesi haline getiriyor. CHP ile birlikte Meclis Başkanı seçmemek için ya da koalisyon kurmamak için öne sürdüğü “Asla HDP’yle yan yana gelmeyiz” gerekçesi bu nedenle kimseye inandırıcı gelmedi.
MHP, 2011’den beri yaşadığı %1’lik kaybı bu şekilde değerlendirmelidir: MHP, misyonunu PKK karşıtlığıyla sınırlandırırsa kaybediyor. Çünkü bu konuda sicili (maalesef) çok temiz değil. Ne zaman ki merkez sağda AKP’nin bir alternatifi pozisyonuna bürünüyor, işte o zaman kazanıyor. Bu da gayet normal. AKP’den farkınıçı ortaya koyacaksınız ki, AKP’ye bir alternatif olarak ortaya çıkabilin ve AKP tabanından oy alın. Sonuç olarak, MHP, oklarını CHP’ye ve sol kesime yönlendirerek değil, CHP’ye ve diğer muhalif kesimlere yakınlaşarak AKP tabanından oy alabilir.
Aslında 7 Haziran’dan beri MHP’de yaşananların gayet basit bir açıklaması var: Bahçeli, AKP’yi devirmekten çekindi. Çünkü AKP’yi devirmek demek, bir enkaz devralmak demek. Çöken bir ekonomi, herkesi kendimize düşman etmiş bir dış politika söz konusu. Kürt meselesinde de PKK, son derece güçlenmiş bir pozisyonda bekliyor. Kürdistan ha kuruldu ha kurulacak…
Bahçeli, bence, hem devralacağı enkazdan çekindi, Kürdistan’ın kurulacağı bir dönemde iktidar olmak istemedi. Yiğidi öldür hakkını teslim et demişler. Her ne kadar CHP’ye de çok eleştirim olsa da, Kılıçdaroğlu en azından 7 Haziran sonrası sorumluluk alma konusunda Bahçeli’den daha iyi bir noktada durdu.
Anladığım kadarıyla Bahçeli ne bu ülkeyi yönetecek ne de Kürdistan’ın kuruluşunu engelleyecek cesarete sahip. 7 Haziran’da AKP’yi devirmekten ve CHP ile koalisyon kurmaktan korkmasının başka bir açıklaması olamaz.
MHP’nin bu cesarete sahip bir lidere ihtiyacı var. MHP bu dönüşümü sağlayamazsa, çok daha büyük bir hezimetle karşılaşabilir.
Türk milletinin ayağa kalktığı günler gelecek. AKP de devrilecek, Kürdistan da engellenecek. MHP ya bu yeni dalgaya katılır ya da içinde boğulur...
Bizden söylemesi...