31 Ekim 2015 Cumartesi

Atatürk'ün ünlü "29 Ekim TBMM'den Çıkış" Fotoğrafının Çekiliş Hikayesi



Bu fotoğrafı hepimiz biliriz ama çekiliş hikayesini bilmeyiz.
Ben de yeni öğren
dim, paylaşayım.
Malum, fotoğraf 29 Ekim 1929'da çekilmiş. Cumhuriyet Bayramı töreninin ardından Atatürk dönemin önemli yöneticileriyle birlikte TBMM'den çıkmaktadır.
Resmi çeken fotoğrafçı Ali Rıza Tuncay. Atatürk'ün 1922'de tanıştığı ve çok severek "Sarı" diye hitap ettiği Ali Rıza Tuncay'ın pek çok ünlü fotoğrafta emeği var.
Ali Rıza Tuncay, bütün diğer fotoğrafçılar gibi törenin hemen ardından çıkış kapısındaki yerini almış. Ama tam çıkış sırasında yaşanan hengamede dengesini kaybedip düşmüş. Ve hiçbir fotoğraf çekememiş. Bu durumun üzüntüsü ve stresiyle oracıkta yığılıp sinirinden ağlamaya başlamış.
Gerçekten de ağlamış. Ağlamış ki, fark eden Atatürk yanına gelip ne olduğunu sormuş. Ali Rıza Tuncay da fotoğrafı çekemediğinden yakınmış.
Bunun üzerine Atatürk yanındakilere dönüp aynen şöyle demiş: "Arkadaşlar, tekrar içeri girip, tekrar aynı şekilde dışarı çıkacağız"
Ve hep birlikte TBMM'ye girip fotoğrafta gördüğünüz gibi tekrar çıkmışlar...
Ve bu fotoğraf çekilmiş.
İnanılmaz değil mi...
Bu milletin neden başımızdaki kibirli diktatör bozuntusuna değil de Atatürk'e saygı duyduğunun binlerce nedeninden biri...
Cumhuriyet'imize kasteden adamı o Saray'dan indirmek ve Cumhuriyet'i aslında tekrar kurmak için 1 Kasım'da hep birlikte sandık başına, AKP'den hesap sormaya...

29 Ekim 2015 Perşembe

Son Açıklanan KONDA Anketinin Düşündürdükleri: 1 Kasım'da ve Sonrasında Ne Olacak?

Normalde anket sonuçları üzerinden siyasi yorumlar yapmak tehlikelidir. Çünkü anketler güvenilmezdir, ayrıca Türk seçmeni sürprize çok açıktır. Öngörüleriniz yanlış çıkabilir. Ama KONDA'nın bugün açıkladığı anket benim düşündüklerime o kadar yakın sonuçlar içeriyor ki, bu "risk"e girmeye karar verdim.

KONDA'ninkiler genellikle seçim sonuçlarına en yakın çıkan anketler olur. Bugün açıkladılarında ise durum şöyle:

AKP %41,7
CHP %27,9
MHP %14,2
HDP %13,8
Diğer %4,8

Bence makul sonuçlar. Tabii, AKP'nin yapacağı hilenin ve Güneydoğu'da (olmayan) seçim güvenliğinin etkilerini kestirmek güç. Yine de bu sonuçlar bana son derece makul gözüktü.

7 Haziran sonuçlarını hatırlatayım:
AKP %40,7
CHP %25,1
MHP %16,5
HDP %13
Diğer %2,3

Anketteki sonuçta bence küçük hata payları var. Onları da ele almalı...

- HDP leyhine %0,5-1 artış, AKP'de ise düşüş beklenmeli anket yapılan bölgelerde HDP'nin %80'lere ulaştığı iller yeteri kadar yer almıyor.

- Anketlerin hiçbir zaman göz önünde tutmadığı bir gerçek: Katılım oranı. Bir ankette CHP'ye oy vereceğini söyleyen bir vatandaş, belki de seçim günü sandığa bile gitmeyecektir. Çünkü genellikle anketlerde "oy kullanmayacağım" gibi bir seçenek olmuyor ve kararsızlar bütün partilere eşit dağıtılıyor. Bu da ciddi bir hata payı oluşturuyor.
7 Haziran'a göre katılım oranında bir düşüş olacağını tahmin ediyorum. Bunun en önemli nedeni AKP'nin CHP ve MHP'ye kurduğu tuzak: Centilmenlik anlaşması....
Partiler "bayrak asmayalım", "anons aracı kullanmayalım" vs. gibi bir centilmenlik anlaşması imzaladı. Ve bu yüzden Türkiye'de bir seçim havası yaşanmıyor. Bu katılımı 1-2 puan düşerecektir. Malum, bu durumdan en çok yararlanacak parti de AKP olacak. Bu yüzden CHP'nin ve bir miktar da MHP'nin oylarında düşüş beklenebilir.
Ekteki resimlerde son anket sonucunu ve 7 Haziran'dan beri oylarda yaşanan değişimleri görebilirsiniz. Oy oranlarındaki dalgalanmalarla ilgili de birkaç şey böylemeliyim:

- Hemen seçim ertesi AKP'deki byük yükseliş normal. Hem 4 partili meclisin yarattığı karmaşa ortamı, koalisyonun bir türlü kurulamaması AKP'den vazgeçen seçmenlerde bir geri dönüş yaratmış olabilir. Ayrıca 24 Temmuz'da PKK'ya karşı başlatılan (sözde) operasyon da AKP'nin MHP'ye kayan oylarında bir geri dönüş sağlamış olabilir. Normal.
- Eylül-Ekim aylarında CHP oylarında ciddi bir yükseliş görüyoruz. MHP'den ve HDP'den oy kazanmış gözüküor. Bu da normal, çünkü yeni bir seçim yapılacağı geçen ay ortaya çıktı ve MHP'nin "uzlaşmaz" tavrının ve Meclis Başkanlığı seçimindeki gibi kimi kararlarının eski DSP'li/yeni MHP'li seçmende kitlesinde yarattığı hayal kırıklığı bir kısım MHP oyunu CHP'ye kaydırmış. %2 civarında da diğer partilerden CHP'ye kayış var,. Bu da normal, çünkü Anadolu Partisi, DSP gibi bu kadar erken bir süre sonra gelecek yeni bir seçimde CHP'ye alternatif olamayacak partilerin seçmenlerinin CHP'ye kayması beklenebilir. CHP bir ara %29'lara kadar çıkmış.
- Ekim ayı içerisinde CHP'de küçük bir düşüş, HDP'de yükseliş var. Bu da Ankara'daki patlamanın etkisi sayılabilir.

Sonuç olarak KONDA'nın (bence gerçekçi) anketi ve hata paylarını göz önüne alırsak seçim sonuçları şu şekilde olacak:

AKP %40,5-41
CHP %27-27,5
MHP %14-14,5
HDP %13,5-14
Diğer %2,5-3

Milletvekili dağılımı da aşağı yukarı geçen seçimle aynı olur. Ama MHP'nin 5-10 milletvekili CHP'ye kayar:
AKP 255-260
CHP 135-140
MHP 70-75
HDP 80-85

Böyle bir tablo sanırım kimse için sürpriz sayılmaz. Yine 4 partili bir meclis ve AKP'nin tek başına iktidar olamaması. Böyle bir sonuç için Tayyip'in bir senaryosu olduğuna eminim. Yaşayarak göreceğiz:
- Yine koalisyon görüşmelerini yokuşa sürüp Mart ya da Mayıs 2016'da bir seçim olabilir.
- CHP ya da MHP ile isteksiz bir koalisyon (Hırsızlıklar ortaya çıkabilir, tehlikeli)
- MHP ile "PKK'ya karşı ortak mücadele" temalı bir koalisyon (6 ay 1 yıl MHP'yi oyalama, ardından tek başına iktidar için sürpriz erken seçim kovalanabilir. Ama hırsızlıkların ortaya çıkması tehlikesi devam eder)
- HDP ile koalisyon (Bu düşük bir olasılık)

Bir başka seçenek de elbette CHP-MHP-AKP'den ayrılacak 60 mv koalisyonu. En makulu bu gözüküyor. AKP'den bunu yapacak cesarette birileri çıkar mı bilmiyorum. Elbette düşük bir ihtimal. Ayrıca Tayyip'in Kılıçdaroğlu'na Başbakanlık görevi vereceğini sanmıyorum.
Mart ya da Mayıs'ta bir daha seçim olursa ne olur? 7 Haziran'dan beri ülkeyi kan gölüne çeviren Tayyip, 3. bir seçim için neler yapabilir? Herkesin kafasındaki sorular...
Ancak ortada tek bir gerçek var: AKP ve Tayyip artık "muktedir" değil. Partilerine de, devlete de, tabanlarına da hakim olamıyorlar. Çöküşleri yakındır...
Bu tablo benim temennim değil, çıkacağını düşündüğüm sonuç. İsteğim elbette CHP-MHP'nin birlikte 275'i aşması ve Tayyip'ten hesap soracak bir hükümet kurarak AKP'nin 13 yılda verdiği zararı onarması... Katılım oranı düşmez, hâlâ AKP'ye oy verenlerin en azından bir kesimi daha "vicdanlı" davranır ve AKP'nin hileleri engellenebilirse, CHP %30'a, MHP ise %18'e çıkabilir. Çok düşük bir ihtimal bile olsa, böyle bir senaryoda CHP-MHP koalisyonu ufukta gözüküyor. Birlikte 275'i bulamasalar bile En az 260'ı yakalayacaklardır ve AKP'den kopacaklarla rakam tamamlanabilir.
AKP'de bunu yapacak cesarette kimse çıkmaz diye düşünebilirsiniz. Ama Tayyip'in yıkılması durumunda 12 yılın hesabının sorulacağı korkusu beklenmedik firelere neden olabilir. Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın 17 Aralık sonrası bütün suçu nasıl Tayyip'e attığını bir hatırlayın...
Göreceğiz... 
Şimdilik yapmamız gereken katılımın düşmesini engellemek olmalı.

26 Ekim 2015 Pazartesi

Türk Ordusu'na En Yüksek Bağışı Yapan Sinema Oyuncusu Yılmaz Güney miydi?

Milliyet, 27 Eylül 1971
 1971 Altın Koza Film Festivali'nde bir Yılmaz Güney fırtınası eser. Ağıt filmiyle en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu ödüllerinin tümünü birden kazanır. Ağıt filmiyle en iyi görüntü yönetmenliği ödülünü de Gani Turanlı kazanacaktır.
Yılmaz Güney, o kadar başarılı olmuştur ki bu festivalde, en iyi 2. ve 3. filmler de ona aittir: Acı ve Umutsuzlar.
Yılmaz Güney zaten ünlü bir oyuncuydu, ama "efsane" haline gelmesi 1971 Altın Koza Film Festivali'nden sonradır denebilir.
Eylül 1971'de gerçekleşen festivalde Yılmaz Güney toplam 25 bin TL'lik bir ödül kazanır. 4 ödülün birden toplamı olan bu miktar, o dönem için bir sinemacı elbette çok yüksek bir meblağdır. Ancak Yılmaz Güney, ödülü Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı'na bağışlar. Ödül çekini de bu amaçla Adana Valisi'ne verir...
25 bin TL, bugünün parasıyla aşağı yukarı 300 bin TL'ye denk gelen bir miktar. (İlginç bir tesadüf, son Altın Koza'daki büyük ödül de 350 bin TL'ydi.)
Bu miktar, bir sinema oyuncusunun Türk Ordusu'na yaptığı en büyük bağış mıdır bilmiyorum. Ama daha büyüğünü duymadım. Daha çok bağış yapmış olan varsa, Allah ondan razı olsun. (Zeki Müren gibi şarkıcılıktan oyunculuğa geçenleri saymıyorum)
Cumhuriyet, 27 Eylül 1971
Ancak mesele tabii ki, bağışın yüksekliği falan değil. Mesele Türkiye'de Sol'un nereden nereye gittiği... 60'larda ve 70'lerin başlarında Sol ile Sağ arasında milli duygular açısından pek bir fark yoktu. Ordu hepimizin ordusuydu. Devlet hepimizin devletiydi. Kıbrıs için birlikte yürüyüşler yapar, ölülerimizi aynı şekilde Türk bayrağına sarılı tabutlarıyla taşırdık...
Yani, o dönem en tanınmış solcu sanatçı Yılmaz Güney'in aldığı büyük ödülü Türk Ordusu'na bağşlaması gayet normal bir davranıştı. Zaten, "milli savunma sanayii"ne sahip olma davası bütün sol grupların ve partilerin programlarında yer alırdı. Yılmaz Güney'in bu bağışının anlamı da buydu: NATO'ya bağımlı olmayacak milli bir savunmanın kurulması...
Nereden nereye... Sol'un milli değerlerden nasıl kopartıldığının ilginç bir hikayesi... (Benzer bir hikaye sağ için de anlatılabilir. AKP mesela... İnşallah başka zaman...)
1971'de aldığı büyük ödülü Türk Ordusu'na bağışlayan Yılmaz Güney, bir 10 yıl sonra aynı Ordu'nun bir başka darbesi sırasında hapisten kaçacak ve Avrupa'ya yerleşecektir. Ve herkesin bildiği gibi bu dönemde 1982 yılında Cannes'da Altın Palmiye ödülünü alarak Türk Sineması'na döneminin en büyük başarısını kazandıracaktır.
Ne diyelim... Çirkin Kral... Gerçekten de Kralmışsın... Bugünün oyuncuları binlerce TL'yi villasının aidatı için harcıyor ama bir kurban derisi bile bağışlamıyor THK'ya...
Milliyet, 27 Eylül 1971
(Not: Yılmaz Güney'in bu bağışıyla ilgili şehir efsanesi çok. 750 bin gibi rakamlar da uçuşuyor, ödülü 12 Eylül'den sonra Cannes'da aldığıyla karıştıran da var... Miktarın da, olayın da doğrusu bu yazdığımdır. Nitekim 27 Eylül 1971 tarihli Milliyet kupürü de ekte. Aynı günün Cumhuriyet'inde de haber mevcut.
Not 2: Bir kendini bilmez yazdığı bir kitapta Yılmaz Güney'in bu ödülü gözaltına alınma veya tutuklanma korkusuyla Ordu'ya bağışladığını yazmış. Tamamen uydurma. Böyle bir rüşveti vereceğini düşünmek sadece Yılmaz Güney için değil, böyle bir rüşveti kabul edeceğini düşünmek Türk Ordusu için de hakarettir. Zaten olaylar da aksini ispatlıyor. Yılmaz Güney Mayıs 1971'deki ünlü Balyoz Harekâtı'nda gözaltına alınan aydınlar arasındadır. Ve ardından da Nevşehir'e 3 aylık sürgüne gönderilmiştir. Yani rüşvetle kurtulmaya çalıştığı iddia edilen gözaltı ödül almasından 6 ay önce zaten gerçekleşmiştir! Mayıs 1972'de de Dev-Genç'e yardım ettiği gerekçesiyle tekrar tutuklanmış ve 1974'teki affa kadar cezaevinde kalmıştır.
Not 3: Yılmaz Güney'in 12 Eylül sonrası yaptığı birtakım Kürtçü çıkışlar da gündeme getirilebilir. 1971'de Türk Ordusu'na bağış yapan bir Yılmaz Güney, 10 yılda Kürtçülüğe nasıl savruldu, aslında Sol'un 70'lerde yaşadığı savrulmanın bir örneği... Ve bambaşka bir tartışma ve inceleme konusu.)

25 Ekim 2015 Pazar

1931 Tarihli İstanbul Filminin Düşündürdükleri

1931 yılında İstanbul | izlesene.com

1931 yılından İstanbul görüntüleri...

Ve bildiğim kadarıyla İstanbul'un kaydedilmiş ilk sesleri bunlar...

İlk görüntüler yüksek kaldırımdan (Karaköy'den Galata'ya çıkan yokuş). İkinci bölümde ise Mahmutpaşa'daki seyyar satıcıları göreceksiniz.

İzleyince bir tuhaf hissettim. Paylaşmak istiyorum, bilmiyorum siz de aynı şeyleri düşündünüz mü:

- Harbiye-Fatih tramvayı... O dönemin en ileri toplu taşıma aracı tramvaydı. Demek ki, Atatürk Türkiyesi o teknolojiyi zamanında yakalamış. Açın mesela 1931 tarihli başka görüntüleri aynı tramvayı göreceksiniz. Mesela San Fransisko sokaklarında o yıllarda yine aynı tramvay çalışıyor... Peki 2015 Türkiyesi? Diğer büyük ülkelerde  5-6 kat metro hattı döşenirken biz hâlâ metrobüs açıp dünyaya alay konusu oluyoruz. Çoğu şehrimizde hâlâ metro yok...

- Erkeklerin %90'ı şapkalı... 1930'ların herhangi bir modern ülkesinin görüntülerine bakın, aynı tabloyla karşılaşacaksınız. Bu filmden bir 10 yıl önce ise, yani 1921'de, durum çok farklıydı. İstanbul sokaklarıyla dünyanın diğer önde gelen başkentleri arasında büyük bir fark vardı. Bu kimilerine sadece şekilsel bir farklılık olarak gelebilir, ama açıkçası şu görüntülerdeki gibi seyyar satıcılar dahil herkesin şapka takması şekilsel bir değişiklikten öte bir zihniyet devrimini gösteriyor. 1931'de çağı yakalamış bir Türkiye'den 2015'te çağın epey bir gerisinde kalmış Türkiye'ye... Atatürk'ün büyüklüğünün bir başka kanıtı...

- Mahmutpaşa'da çekilen bölümde fondaki konuşmaları, dikkatle dinleyin. Duru bir İstanbul Türkçesi duyacaksınız. Şimdi bu "İstanbul Türkçesi"ni Mahmutpaşa'da duyabilir misiniz? Bırakın İstanbul Türkçesi'ni, Kürtçe bile duyabilirsiniz... Atatürk Devrimi'nin yarıda kalması ne demektir, bence küçük ama ilginç bir örneği...

- Ve son olarak filmin en başında dikkat edin İstanbul değil, Konstantinopolis deniyor. Filmi İngilizler çekmiş. Demek 1931'de bile hâlâ Konstantinopolis deniyormuş. İşte Atatürk Cumhuriyeti'nin en büyük başarısı. İstanbul'a asla İstanbul demeyen Batılıya sonunda öğretmişiz bu şehrin gerçek adını... Ahhhh. Şu "Fatih'in torunlarıyız" diyen Atatürk düşmanı AKP'liler gerçeği bir görse... İstanbul'u Fatih fethetti, ama tüm dünyaya ismini İstanbul olarak kabul ettiren ve 6 Ekim 1923'te düşman işgalinden kurtararak aslında ikinci kez fetheden Atatürk'tür...

22 Ekim 2015 Perşembe

"Oy ve Ötesi"nin Yandaş Yazara Saldığı Korku ve Ötesi


Yeni Akit'in "yandaş ötesi" yazarı Ali Karahasanoğlu, "Oy ve Ötesi" üyelerinin tutuklanması çağrısında bulunmuş. Gerekçe ise ilginç. Aynen aktarıyorum:
"Bir tane başörtülü bayan yok.
Bir tane dini amaçlı sakal bırakmış insan yok..
Bre utanmazlar, bu ülkenin kadınlarının yarıdan fazlası başörtülü..
Niye sizin hepinizin başı açık?"
Zihniyetin sapkınlığını bir kenara bırakıyorum. Mevzu daha da ötesi...
Yeni Akit'te dün yayınlanan başka bir haberde ise Oy ve Ötesi'nin "FETÖ" (yani Cemaat) bağlantılı olduğu iddia edilmişti...
Cemaat'in televizyon kanallarını Digitürk'ten çıkardılar. Amaç seçim gecesi Cihan Haber Ajansı'nın bilgilerinin ulaşmasını engellemek ve herkesi Anadolu Ajansı'nın manipülasyonuna mahkum etmek. "Oy ve Ötesi" gibi seçim hilelerine karşı kurulmuş sivil örgütler de en büyük korkuları...
Demek ki 1 Kasım'da bir hezimet korkusu sarmış hepsini.
Anlayacağınız dostlar, batan gemiyi önce fareler terk edermiş. Ve fareler şu aralar kıpır kıpır...
Siz bir de hayırlısıyla 1 Kasım akşamını görün...

20 Ekim 2015 Salı

Yandaş medyada "beyin bedava"...
Manşette Alman ajanlarını eleştir,
Sürmanşette Türk-Alman ittifakından bahset!





Yandaş Medya'dan bir komedi daha...
Star gazetesi, Tayyip-Merkel görüşmesini her zamanki üslubuyla "biraz" abartarak vermiş. Neymiş, Tayyip İngiltere ve Rusya'ya karşı Türk-Alman dostluğu gösterisi yaparak yanıt veriyormuş. Aynen II. Abdülhamit'in Birinci Dünya Savaşı'ndaki Türk-Alman İttifakı gibi...
Şimdi nereden düzeltsek...
1. II. Abdülhamit ile Alman İmparatoru II. Wilhelm iki kere görüşmüştü doğru. Ama ortaokul öğrencilerinin bile bileceği gibi, Birinci Dünya Savaşı'nda Abdülhamit tahtta değildi!
2. Ayrıca Osmanlı-Alman İttifakı başarılı olmamış, Dünya Savaşı kaybedilmişti. Hatta Osmanlı'nın en önemli yıkılma nedenlerinden birisi Almanlarla kurulan bu ittifaktı.
3. Ama haberin komedisi bu tarih yanlışları değil. "Türk-Alman ittifakı"ndan bahseden Star, Diyarbakır'daki Alman ajanlarını ise manşetine çıkarmış...

Beyin bedava...
Tayyip diktatörlüğü elbet bir gün yıkılacak. Herkes yaptıklarının hesabını verecek. Ama bu manşetleri atanlar Türk basın tarihine kara bir leke olarak geçecek. Bu ceza onlara yeter...

18 Ekim 2015 Pazar

Hakkari'de Türk bayrağı asan Deniz Gezmiş

Tarih 11 Eylül 1969... Deniz Gezmiş önderliğinde bir grup devrimci genç Hakkari'de Zap suyu üzerinde inşa ettikleri köprüyü açıyor...
Köprünün hikayesi ilginç. Deniz Gezmiş önderliğindeki devrimci gençler, 1969 yaz aylarında Zap Suyu üzerinde bir köprü inşa etmeye karar verirler. 1962 yılından beri köylüler devlete dilekçe üzerine dilekçe vermekte, Zap Suyu üzerinde köprü olmamasından yakınmaktadır.
Devrimci gençler Haziran 1969'da, üniversiteler kapanmak üzereyken bir bağış kampanyası başlatır. Milliyet gazetesi de bu kampanyayı destekler. Sokaklarda standlar açılır, bildiriler dağıtılır, köprü için gerekli para toplanır. Köprünün projesini de İTÜ İnşaat Mühendisliği bölümü öğrencisi devrimci gençler hazırlar.
Ve Ağustos 1969'da Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna, Hüseyin Cevahir gibi 68 Hareketi'nin önemli isimlerinin de yer aldığı bir grup genç köprüyü inşa etmeye başlar...
Sloganları şöyledir: "6. Filo'yu denize döktük. Şimdi de yoksulluğu Hakkari'de Zap Suyu'na döküyoruz."
11 Eylül 1969'da köprünün açılışı yapılır. İsmi "Devrimci Gençlik Köprüsü"dür.
Hikayeyi belki buraya kadar biliyordunuz. Ama ben çok önemli bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Açılış töreninde, resmi incelerseniz göreceksiniz, Türk bayrağı asılır devrimci gençler tarafından!
İlginç değil mi... Deniz Gezmiş, Hakkari'ye kadar gitmiş, bir köprü inşa etmiş ve açarken de Türk bayrağı asmıştır.
Nereden nereye...
Bu resim bence her kesim için ders olmalıdır. Öncelikle Deniz Gezmiş'in yolundan gittiklerini sanıp PKK kuyrukçuluğu yapanlara... Türk bayrağını bir türlü sahiplenemeyen "devrimci" gençlere... Ve bugünkü PKK kuyrukçusu "sol" gruplara bakıp bütün Sol'u gayri-milli ve Türk düşmanı sananlara...
68 böyleydi işte. Devrimci Gençlik, bütün eylemlerinde Türk bayrağını taşıdığı gibi Hakkari'de bile al bayrağı gururla asardı...
Nereden nereye...
Bugün Hakkari'de askeri karakollarımızda bile Türk bayrakları indiriliyor! 45 senede nereden nereye geldiğimizi sormanın zamanıdır.
Açık söyleyeyim, bugünkü kimi "sol" grupların PKK kuyrukçuluğunun ve "ulusal inkarcılığı"nın kökeni basit siyasi hatalar değildir. Çok daha büyük bir ideoloji provokasyonla karşı karşıyayız. İki ismi örnek vereceğim. Biri Ertuğrul Kürkçü. Şu an PKK'nın yasal partisi HDP'de milletvekili. Mahir Çayan ve 10 arkadaşının öldürüldüğü Kızıldere katliamından sağ kurtulan tek kişi. Diğeri ise Mustafa Yalçıner. O da PKK kuyrukçusu Emek Partisi'nin liderlerinden. Ve PKK'nın yayın organı Özgür Gündem'in yazarı. Ve ne hikmetse, o da, Sinan Cemgil ve 2 arkadaşının öldürüldüğü Nurhak baskınında sağ kurtulan tek kişi...
Korktular mı, anlaştılar mı, yoksa zaten ajanlar mıydı bilmiyorum. Ama bu iki "kaçkın"ın bugün PKK yanlısı olmaları, 70'li yıllar boyunca Deniz Gezmiş'in örgütü THKO'nun ve Mahir Çayan'ın örgütü THKP/C'nin liderliğini yürütmesi ve bugünkü "sol"un PKK kuyrukçuluğunun mimarları arasında yer almaları bir tesadüf olmamalı...
68'in mirası Türk bayrağını gidip Hakkari'de bile asmaktır. 68'in mirası devlet düşmanlığı yapmak değil, devletin yetersiz kaldığı yerlerde gerektiğinde kazma küreği alıp köprü yapmaktır.
(Not: Deniz Gezmiş açılış töreninde gerçekten var mıydı, bilmiyorum. Ama köprü inşaatında çalıştığı biliniyor. Ayrıca 1969 yaz ayları boyunca kampanyayı düzenleyen ve yürüten ekipteydi. Bu yüzden, o an orada bulunmasa da, Hakkari'ye Türk bayrağını diktiği söylenebilir.)
(Not 2: Fotoğraf 12 Eylül 1969 tarihli Milliyet)

17 Ekim 2015 Cumartesi

Perinçek'in AİHM kararı gerçekten bir zafer mi?

Dün Habertürk, bugün CNN Türk, anlaşılan Perinçek'i allayıp pullama kampanyası yine başlamış. Maksat ortada: CHP'nin oylarını bir nebze bile olsa bölmek...
Bu vesileyle Perinçek ve şu AİHM kararı için birkaç şey söyleyelim:
1. Perinçek 25 yıldır katıldığı bütün seçimlerde %0,2-0,3 bandında oy alan lider. Aynı oy oranına sahip diğer partileri düşünün. Mesela Merkez Parti, Anadolu Partisi, Yurt Partisi, HEPAR, Bağımsız Türkiye Partisi... Bunları hiçbirinin lideri Perinçek kadar çok çıkmaz televizyona... Hatta Perinçek kendisinin 5 katı oy alan BBP'nin ve 10 katı oy alan Saadet Partisi'nin liderlerinden bile çok görünür ekranlarda. Bir de "sansüre uğruyoruz" diye sızlanırlar!
2. İP-trollere aldırmayın. AK-trollerden farkları olmadıklarını bilin yeter. AİHM davasında çıkan kararı "Soykırım yalanını tarihe gömdü" demelerine bakmayın siz. Bu karar "Ermeni Soykırımı yoktur" anlamına gelmiyor, aksine kararda "Ermeniler katledilmiştir, ancak bunun bir soykırım olmadığını savunmak düşünce özgürlüğü kapsamındadır" deniliyor. Yani bu bir başarı falan değil aksine, büyük bir başarısızlıktır. AİHM kararına "Ermeniler katledilmiştir" ifadesi girmiştir. Zaten bu yüzden Ermeni tarafı göbek atıyor, "Soykırım iddialarını AİHM metnine soktuk" diye seviniyor.
3. Bu dava başlı başına bir provokasyondu. Perinçek yüzünden Türkiye ve Ermenistan bir AİHM davasında taraflar olarak yer almış oldu. Halbuki Türk devlet politikası sözde soykırım iddialarını hiçbir uluslararası mahkemede tartışmaya açmamaktır. Bunun nedeni de gayet açık, AİHM'i bu konuda yetkili kabul ederseniz, bütün tarihinizi Avrupalıların insafına (ve tabii kinine) teslim etmiş olursunuz. Halbuki, Perinçek yüzünden Türkiye bu davada taraf oldu.
4. Bu davada Ermenistan'ın taraf olması da Türkiye açısından bir geri adım. Malum, Karabağ meselesi ve Ermenistan'ın anayasasındaki Doğu Anadolu'yu "Batı Ermenistan" olarak nitelendiren ifadeler yüzünden Türkiye Ermenistan ile diplomatik ilişki kurmuyor. Davayla ilgili Ermenilerin yazdıklarına bakarsanız, onlar AİHM'de taraf olmaktan ve bu durumun Türk tarafınca kabul edilmesinden son derece memnun olduklarını göreceksiniz.
5. Bir AK-trolü ikna etmek mi zordur, bir İP-trolü mü derseniz, karar vermek zor. Ama şu AİHM davasındaki karar sonrası Perinçek'in "milli kahraman" ilan edilmesi komedi. Bunu yapanlar sanırım Perinçek'in mahkemedeki savunmasını hiç okumamış. Mesela Perinçek şöyle diyor: "1915 sonrası iki tarafın da katledildiği gerçeğini reddetmiyorum." Bu mu milli kahramanlık?
6. Üstelik Perinçek ve Ermeni meselesi dendi mi, orada bir duracaksınız. Perinçek, sözde Ermeni soykırımı iddialarını 1974'teki mahkeme savunmasında "İttihatçı Kompradorlar yüz binlerce Ermeniyi katletti" diyerek ilk dile getiren insandır. Bakın "dile getiren" demiyorum. "İlk" dile getiren diyorum. Vatan hainliği değildir de nedir böyle bir şey savunmak? (Aynen, Bekaa'ya iki kere gidip Apo'ya sırıtarak gül vermek gibi) Bir gecede Maoculuğu bırakıp "ulusalcı" takılabilirsiniz. Ama vatan hainliğinden "vatan kahramanlığı"na geçmek öyle kolay değil, çocuk mu kandırıyorsunuz...
7. Son olarak, bütün bu medyadaki allayıp pullamaya ve İP-Trollerin "vatan kahramanı Perinçek" kampanyasına rağmen, açık söyleyeyim, Perinçek bu seçimde ancak %0,25 oy alabilir. Yani geçen seçimki %0,33'ü bile mumla arayacak.

Yandaş medya iyice kafayı sıyırdı: Tayyip dünyanın en karizmatik lideri seçilmiş!

Sabah gazetesinde bir haber: Dünyanın en karizmatik lideri Tayyip seçilmiş!
Adamlar seçim yaklaştıkça iktidardan düşme korkusuyla iyice çıldırdılar.
Peki kim seçmiş Tayyip'i? Sabah'tan aynen aktarıyorum:
"Avrupa Birliği'nin önemli araştırma şirketlerinden biri olan, İtalya menşeili bir firma, çok sayıda ülkede 14 milyon kişi ile düzenlediği bir anket sonucunda en karizmatik lideri belirledi."
Önemli araştırma şirketi, ama ismi yok. 
Ayrıca, 14 milyon kişiyle anket yapmış! Ufak at da civcivler yesin denir ya. Masa başında yazılıyor nasıl olsa, 14 milyon kişiyle anket yapmak ne kadar zordur, masraflıdır, imkansızdır, nasıl olsa bu haberi okuyanlar bilmeyecek demişler!
Ve İtalyan menşeili firma. Nedense anketi kimin yaptığını yine yazmamışlar!
Ama girip adamlara bir de reklamlardan para kazandırmayın diye haberin resmini de paylaşalım...


.

15 Ekim 2015 Perşembe

16. yüzyıl Türk yüzyılıydı: Dünyanın yarısı Türklerin (%20'si Osmanlı) yönetimindeydi!

Kanuni'nin torunu III. Murad dönemi Osmanlı'nın en geniş sınırlarına ulaştığı dönem olarak kabul edilebilir. Bu dönemde Osmanlı'nın yüzölçümü 20 milyon kilometrekareye ulaşmıştı. (Bugünkü Rusya 17 milyon kilometrekaredir)
Osmanlı'nın kıtalardaki yüzölçümü:
Avrupa: 2.848.940
Asya: 4.815.832
Afrika: 12.237.419
Toplam: 19.902.191
Bu topraklardaki toplam nüfus: 100 milyon
O dönem dünya nüfusu toplam 550 milyon olarak tahmin ediliyor.
Yani dünya nüfusunun %20'si Osmanlı egemenliğindeydi!
Sadece Osmanlı değil, 4 Türk imparatorluğu daha dönemin güçlü devletleriydi.
Safeviler (İran): 1.621.000 kilometrekare, 15 milyon nüfus
Babürlüler (Hindistan): 3.674.000 kilometrekare, 120 milyon nüfus
Adilşahlar (Güney Hindistan): 453.000 kilometrekare, 20 milyon nüfus
Şeybaniler/Özbekler (Türkistan): 5.513.000 kilometrekare, 12 milyon nüfus
Anlayacağınız 16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Türklerin yönettiği toplam nüfus yaklaşık 270 milyon, yani dünya nüfusunun yarısıdır.
O dönem dünya nüfusu kıtalara göre şöyledir:
Asya 350 milyon
Avrupa 122 milyon
Afrika 60 milyon
Amerika 15 milyon
Okyanusya 2 milyon
O dönemin önemli ülkeleri için de rakamlar vereyim.
Çin: 12.268.000 kilometrekare, 80 milyon nüfus
Habsburglar (Avusturya/Almanya): 659.000 kilometrekare, 17.5 milyon nüfus
Fransa: 1.142.000 kilometrekare, 15 milyon nüfus
İngiltere: 347.000 kilometrekare, 6 milyon nüfus
Venedik (İtalya): 55.000 kilometrekare, 4 milyon nüfus
Rusya: 5.000.000 kilometrekare, 7 milyon nüfus
Mesele bu noktadan nasıl şu halimize döndük değil sadece...
Bence daha acil bir mesele, bu tablo niye tarih derslerinde öğretilmez?
Niye Türk milletinin tarihiyle gurur duymasına izin verilmez?
Niye Türk tarihini eleştiren veya yerin dibine batıranlar hep el üstünde tutulur?
Daha da vahimi, bütün dünya tarihçileri Osmanlı'ya Türk imparatorluğu derken, bizde, özellikle Atatürkçüler arasında "Osmanlı Türk değildi" görüşleri yaygındır. Neden?
Mesela Yunanlılar kendileriyle hiç alakası olmayan Bizans'ı bile sahiplenirken, biz Türkler Osmanlı'ya neden dudak büküyoruz?
İranlılar sapına kadar Türk olan Safevileri bile kendi tarihlerinin bir parçası olarak kabul ederken, biz niye mesela Selçukluları çok yanlış bir şekilde "Türk değillerdi" diye görüyoruz?
Bu soruların yanıtları aslında asıl sorunun, yani neden bu kadar geriledik sorusunun yanıtını bulmamızı da sağlayacaktır...
Keşke Atatürk döneminde başlayan Tarih seferberliği sekteye uğramasaydı. Tarihiyle barışık, yanlışlardan ders çıkaran ama başarılarla da gurur duymaktan çekinmeyen bir millet olabilsek...
(Kaynak: Yılmaz Öztuna-Türkiye Tarihi, Kısa Osmanlı Tarihi ve Türkler Ansiklopedisi)